YENİ ZELANDA AUCKYAND’DAYIZ

YENİ ZELANDA AUCKYAND'DAYIZ

22 Eylül 2019 - 18:56

Auckland, Yeni Zelanda, Yaşgünü, Dovenport, 192 Metreden Kim Atlar Hem de Paraşütsüz?, Terör

 

33- AUCKLAND, YENİ ZELANDA. 360 85’ Güney Enlemi, 1740 74’ Doğu Boylamı

Bugün 13 Mart 2019. Yeni Zelanda Auckland'dayız.

YAŞGÜNÜ

Bundan 56 yıl önce, 13 Mart 1963 de Türkiye Antalya'da doğan kız bebeği, şimdi burada benimle birlikte. 1980 yılında ilk kez tanıştığım, üniversite öğrencisi olmamıza rağmen 17-18 yaşlarında neredeyse çocuk halimizle flört ettiğim, sonra hayatımı birleştirdiğim sevgili karım Gülsüm’ün doğum günü. Okul arkadaşım, asker arkadaşım (askerliğimi yaptığım Elmalı Askerlik Şubesi binasının üst katındaki lojman bizim ilk evimizdi ve askeri bölge olduğu için eşim aynı zamanda askerlik arkadaşım olmuştu), hakimlikten ve avukatlıktan meslektaşım, iş ortağım (aynı avukatlık bürosunda senelerdir birlikte çalışıyoruz), siyasetteki yoldaşım (tüm siyasi maceram ve belediye başkan adaylıklarında yanı başımdaydı), kader arkadaşım, sırdaşım (bildiği her şeyi karısı biliyorsa, o erkek hiçbir şey bilmiyordur denir ama ben bundan memnunum ; ne de olsa cahillik mutluluktur), hayatımın ta kendisi, sevdiğim kadın, sevgili karım, biricik eşim ve iki çocuğumuzun annesi İlhami'den olma Dilek'ten doğma Gülsüm Diken Kabak, iyi ki doğdun, sana uzun, sağlıklı ve mutlu yıllar diliyorum.

Her zaman gülen yüzün, olumlu bakışın, neşeli hareketlerin, huzur veren tavırlarınla sevdiklerinin yanında ol.

Auckland büyük bir şehir. Limanımız şehir merkezinde, gökdelenlerin arasında. Sağımız solumuz değişik iskelelerle donanmış olarak liman içinde uzayıp gidiyor. İzmir'de hazırladığım gezilecek yerler listesinde 19 ayrı madde var. İskele önündeki turizm merkezinden onlarca değişik broşür ve yine değişik tur şirketlerinin türlü türlü gezi rotaları. İlk anlarda ne yapacağımızı nereye gideceğimizi şaşırıyoruz. Kıyı boyunca yürümeye başlayınca karşılaştığımız büyük şehir tanıtım krokileri ve yazılarında listemden aşina olduğum yerleri görüyorum. Merkezi caddeler ve şehrin simgesi olan Skytower hemen yanı başımızda. Kısa bir oturuş sırasında günümüzü planladık. Saat 15.00 de geminin tura dahil olarak yapacağı şehir turu ve müze ziyaretine kadar, yürüyerek şehri dolaşmaya karar verdik.

Önce çıkışımıza göre sağ tarafta yürüdük, yine şehrin simgelerinden olan çok büyük demir çelikten yapılmış köprüye doğru gittik. Kıyıda bulunan ve aşağı yukarı döndürerek gökkuşağı yapma imkânı veren bir araba büyüklüğündeki kocaman dürbünün içine girdik ve başımız gökkuşağına bulanmış olarak resimler çektik.

Sonra kıyıdan uzaklaşarak şehir merkezinde yürüdük, devasa Skytower önünden geçtik, o sırada çığlıklar içinde 192.metredeki platformdan iplere bağlı olarak skyjump yaparak aşağıya atlayan bir kişiyi seyrettik. Merkezi alışveriş caddesi olan Quenn boyunca yürüdük bu caddenin bittiği noktada Albert Parkını gördük.

Burası aynı zamanda Üniversite bölgesi. Park çok güzel. Yeşil çimlik bir zemin üstünde, çok büyük gövdeli kökleri dışarıda onlarca ağaç parsel parsel etrafı kaplıyor. Aralardaki geniş boşlukların ortasında fıskiyeli havuzlar ya da heykeller. Çoğunluk çimler üstünde oturmuş kitap veya bilgisayar okuyor yada bir şeyler yiyip içiyor. Sevgililer birbirinin kucağına yatmış. Gurup olarak konuşan şakalaşan gençler her yerde.

Bir köşede İngiliz fatihlerin heykelleri ve kocaman topları. Parkın diğer tarafında, yerlilere mahsus üst üste konularak neredeyse beşer metre yükseklikte dizilen, kucaklayabilerek taşıyacağınız büyüklükte yassı kayalardan oluşan iki paralel sütun.

Tekrar caddelerdeyiz, dolaşa dolaşa gemiye kadar geldik. Öğlen yemeğini atıştırdık ve gemi turu için biletlerimizi alıp bu kez gemi önünde bekleyen otobüsümüze bindik. Şehir turu olarak araç içinde bir kez daha caddeleri dolaştık, hafifçe şehir dışına çıkıp çok büyük boyutlardaki Auckland Domain isimli parka geldik. Otobüsle içinde ilerleyerek merkezi tepelik bölgede, antik Yunan mimarisinde yapılmış devasa büyüklükteki müze yanında park ettik.

Müzenin ilk katı Pasifik adalarının halkalarına ve kültürlerine ayrılmış. Daha çok ahşap oymadan heykeller, devasa maskeler, deniz ve savaş aletleri, iki ayrı ev, birisi en az 20 metre boyunda tekneler. Duvarlardaki haritalarda tarihlenmiş bilgiler ve göç yolları anlatılıyor. Bir sonraki katın ilk bölümü volkanlara ayrılmış. Tüm pasifik adaları volkanlardan oluşuyor. Mültimedya gösterileri ile her bir bölgenin oluşumu anlatılıyor. 24 milyon yıl öncesinden başlayarak 8 milyon yıl öncesine kadar gelen bir dizi patlamalarla Yeni Zelanda'nın bugünkü halini aldığını animasyon filmden seyrediyoruz. Lavlar hakkında çeşitli bilgiler veriliyor. Sonraki bölüm, bu ülkenin yerlileri olan Moorilere ait. Onlarda aslında diğer Pasifik halkaları gibi Polinezyalı. Daha sonra, doğal yaşam ve doğal tarih bölümleri ile değişik dünya medeniyetlerine ait bölümler geliyor. En üst kat kendi savaşlarını anlattıkları bölümler. 1. Dünya Savaşındaki Çanakkale muharebelerine özel bir bölüm ayırmışlar.

Müzeden sonra bu büyük park içindeki botanik bahçelerine yine otobüsle gidiyoruz. Akdeniz bitkileri ve çiçekleri bölümünü özlemle geziyoruz. Çünkü, buradaki bitki ve çiçeklerin hepsi bizim oralarda olanlardan. Çoğu kendi evimizde ve bahçemizde bulunuyor ve aralarında kıyaslamalar yapıyoruz. Tropikal bölümdekileri ise son bir aydır devamlı gördüğümüz ve doğal ortamları olan orman içlerinde yürüdüğümüz için bize biraz suni geliyor ve daha hızlı geçiyoruz.

Dört saate yaklaşan tur sonunda gemiye dönüp hemen akşam yemeğine geçiyoruz. Bu yemek aynı zamanda yaş günü kutlaması şeklinde geçiyor. Yemeğin ardından bu kez sözde gecelere akmak için barlar sokağı benzeri bir bölgeye gidiyoruz. Ancak, günün yorgunluğu nedeniyle ağı tempolu ve oturmalı bir gezi oluyor. Şehrin gece görüntüleri ve parlak ışıkları hoşumuza gidiyor. Güvenlik kaygısı olmadan dolaşıyoruz.

Bu yazıyı yazarken (ki şu anda zaman 15 Mart saat 12.21) kaptanın anonsu ile etrafta bir hareketlenme oldu. Yan tarafımdaki iki kişi ayağa kalkarak geniş pencerelerden denizi işaret etmeye başladı. 7. katta ve gidiş yönümüze göre sağ taraftaki koltukta yazdığım şu anki satırları bıraktım bende dışarı baktım ve aynı anda bir den fazla su fıskiyesinin gemiden en fazla 50-60 metre uzakta oluşmaya başladığını gördüm. Bir balina sürüsü ters istikamette ve adeta geminin bitişiğinden geçiyordu. Bazılarının sırtını su üstünde gördük. Su fıskiyeleri ileriden geriden devamlı oluşuyor ve bu tarafa yığılan yolcular heyecanlı seslerle her bir fıskiyeyi işaret ediyor. İstikametlerimiz ters yönde olduğundan yavaş yavaş geminin kıçına doğru ilerleyen fıskiyeler içinden boylu boyunca bir balina ne yazık ki havaya sıçramadı. Ancak hepimiz fıskiyeleri seyrettik, ta ki geminin arkasından artık göremediğimiz ana kadar.

Bu tür sürprizler güzel ve hoş anılar olarak belleğimize kazınıyor. Bizim denizlerde olmayan balinalarla bir daha ne zaman birlikte yolculuk edebiliriz ki. Neyse biz tekrar Auckland'a geri dönelim.

DOVENPORT

Aucland'da 2. Günümüz körfezin karşı tarafındaki Dovenport adası gezisi ile başlıyor. On dakikalık bir feribot ile buraya geldik. Zenginlerin kaldığı turistik bir bölge burası. İzmir'in Karşıyaka'sı yada İstanbul'un Kadıköy'ü gibi. Denize dik inen merkezi cadde boyunca yürüyerek üzerinde kocaman bir top olan tepeye tırmandık. Bu top, 1908 yılında, şehrin korunması için buraya getirilmiş. Çanakkale savaş belgesellerinde gördüğümüz kocaman topların bir benzeri. Burası tüm körfeze ve bizim geminin demirlediği karşıdaki asıl şehre ve limana hâkim stratejik bir nokta.

Tepenin diğer tarafında yaklaşık 10 km açıkta simsiyah lavlardan oluşan üzerinde yerleşim ve hiç bir yeşillik olmayan volkanik bir dağdan ibaret bir ada var. Ressamların tablolarında çizdikleri düzgünlükte ve her iki tarafı birbirinin simetriği şeklinde. Zirvesi oldukça yüksek bir yanardağ orası.

Tepenin diğer tarafından sahile iniyoruz. Evler tek ya da iki katlı, bahçeli, ahşap, geniş çepeçevre balkonlu ve balkonlarının tırabzanları, üst bölümleri ve birbiriyle bağlantı dikmeleri dantel gibi oymalı. Hepsi beyazımsı tonda çok açık krem, bej, sarı, kahve, mavi renklerde. Bu evler, klasik İngiliz sömürge İmparatorluğunun Viktorya tarzı mimarisinde yapılmış. Tüm Pasifik adalarında benzerlerini görmüştük. Muhtemelen diğer örneklerini Hindistan ya da Güney Afrika'da bulabiliriz. Çünkü, oralarda geçen tarihi filmlerden aklımda kalmış bu tür İngiliz sömürge dönemi evleri. Bu sokaklardaki evlerden bir tanesi bildik Akdeniz sahil villası. Taştan yapılmış, kırmızı kiremitli, balkon dahil evin etrafı daha sık ağaçlar arakasına gizlenmiş vaziyette. Zengin bir Akdenizli, Anglo Sakson komşularına nazire yapmış diye düşündüm.

Bu adanın dondurması meşhur. En iyi dondurmacı ise buranın en eski binası olan Tiyatro binası (şimdi sinema olarak da kullanılıyor) girişinde. Beyaz renkli olanının yerli dilde uzun ve zor söylenen bir adı vardı ancak lezzetin tadı evrensel olduğu için yerken hiç yabancılık çekmedik.

Aynı feribotla geri döndük ve bugünün asıl aksiyonu için SkyTower kulesine yürüdük. Dün bu kulenin yanından geçerken Gülsüm bana yaş günü hediyesi olarak buradan atlamayı hediye etmemi istemişti. Burası çok yüksek bir kule ile bitişiğinde devasa ve yine çok katlı bir binadan oluşuyor. Bina, otel, kumarhane, alışveriş merkezi ve eğlence kompleksi şeklinde yapılmış.

192 METREDEN KİM ATLAR, HEM DE PARAŞÜTSÜZ

Binaya girdik, reklam panolarından bir alt kattaki kule aktivitelerinin satıldığı bölüme geldik. İki ayrı aksiyon var. Biri skyjump diğeri skytalk. Huyum ve adetim olmamasına rağmen bu işe girmeye ben de niyetlendim.

Gülsüme "ben atlayayım, sen yürü" dedim. Gülsüm de yine huyu ve adeti olduğu üzere "benim için fark etmez, sen seç ben diğerini yaparım " diye kabul etti. Atlama, 192 metreden dışarıdaki zemine belinize bağlı bir ip olduğu halde serbest atlayış şeklinde yapılıyor ve bu ip aynı zamanda bir vinç şeklinde mekanizmaya bağlı olduğu için düşüşün sonunda ve yere 10 metre kala bir frenleme yaparak sizin yere yavaşça konmanızı sağlıyor. Ancak o ana kadar bir taş gibi hızla yere düşüyorsunuz. Yürüyüş ise yine aynı yükseklikte, kulenin etrafında dışarı doğru uzatılmış çıplak çelik çıkıntılar üzerine kurulmuş ve hiçbir korkuluğu olmayan yarım metre genişliğinde bir çember üzerinde oluyor ve bu çember adeta boşlukta yer alarak çepçevre kulenin etrafında dönüyor. Tabii ki, yine bir ipe bağlı olarak burada tam bir tur atıyorsunuz.

Önce atlama için benim ismim yazıldı bilgisayara, kişisel vücut bilgilerimi yazmaya başladıklarında aynı yerde bulunan ekranlarda peş peşe atlayan insanların filmlerine baktım, her tarafımı ateş bastı. Kalbimin atışı hızlandı. Bir an durdum ve düşündüm; "kendimi zorlamanın alemi yok, bu olay benim için bu andan itibaren bir işkenceye dönüşecek, atlayışın olacağı ana kadar daha en az yarım saat var ve bu stresi bu kadar süre taşımam imkânsız, kendimi rahat hissedeceğim ortamlarda olmalıyım, bu iş benin fıtratıma ters, neden hoşuma gitmeyen böyle bir şey yapayım ki" diyerek korkaklığıma kılıflar aradım ve sonunda vazgeçtim.

40 yıllık hayat arkadaşını tanıyan Gülsüm için bu sonuç sürpriz olmadı, gülerek şöyle dedi; "ben atlayacağım deyince, senin adına şaşırdım, böyle bir şey beklemiyordum senden, ancak burası çok gelişmiş ve modern bir ülke, güvenlik tedbirleri eksiksizdir, ben atlamak istiyorum, hem bu senin bana doğum günü hediyen olacak" deyince, artık sesimi çıkarmadım.

Gülsüm son derce basit bir işe soyunmuş gibi neşe içinde, görevlilerin sorularına cevap verdi, formu doldurdu, imzasını attı, özel atlama tulumunu giydi, tüm vücudunu saran güvenlik kemerlerini kuşandı ve bana el sallayarak asansöre binip 192 metre yükseğe jet hızı ile gitti. Diğer görevli beni yedeğine alarak atlamanın sonlanacağı dışarıdaki platforma götürdü ve orada birlikte beklemeye başladık.

Kapalı devre yayın yapan büyük bir ekranda, atlamanın olacağı platform görünüyor, biraz sonra bizden hemen önce işlemlerini tamamlayan Koreli bir genç erkek, ekranda belirdi, yanında görevli olduğu halde. Her ikisi de ayrı ayrı iplerle oradaki aparatlara bağlıydı. Sonra Korelinin yukarıdaki işlemleri biti, görevlinin "one, two, tri, four, go,go,go" sesi duyuldu ve Koreli aşağıya atladı, kafamı ekrandan kulenin tepesine kaldırdım, o derece yüksekti neredeyse sırt üstü düşecektim, adam atlamasına atladı ama halen havada kendisini görmedim, sonra bir küçük nokta gibi belirdi ve o andan itibaren çok büyük bir hızla hemen önüme doğru düşmeye başladı, yere 10 metre kadar kala bir şekilde yavaşladı yine de hızlı bir şekilde ayakları üstünde yere kondu.

O noktada bekleyen beni buraya getiren görevli hemen onu düşmemesi için tuttu, güvenlik ipini söktü, birlikte oradaki sabit kameraya poz verdiler, sonra kenarda bekleyen benim yanıma geldiler. Tüm bu aşamalarda Kore'linin yüzünü inceledim; sarı, kırmızı ve beyaz renklerle değişen yüzü, derin derin nefes alıp veren burnu, sağa sola şaşkınca bakan büyümüş gözleri, nereye koyacağını bilemediği elleri, zoraki gülümseyen ağzı, ne tarafa yürüyeceğine karar veremeyen ayakları ile bir acayip şekilde görünüyordu ve tüm bunları anlıyordum ama yere indiği andan bu yana alnından, şakaklarından ve çenesinde şıpır şıpır damlayan terlerini anlayamadım. Hava sıcak değildi ve zaten yukarıdan aşağıya o hızla düşerken oluşan rüzgâr karşısında terlemek mümkün değildi. Çok muhtemel, yukarıda atlamadan önceki ruh hali onu bu kadar terletmişti.

Yanıma geldiğinde, önce bravo diye tebrik ettim, başparmağımı havaya kaldırarak onu övdüm ve sonra karşılıklı ellerimizle "çak" yaptık. Bir daha atlayacak mısın anlamında kulenin tepesini göstererek "again" diye sordum, büyük bir tepkiyle "asla, asla" diye bağırdı. Kendi adıma mutlu, Gülsüm adına tedirgin beklemeye başladım.

Bu arada, atlayış ipi tekrar yukarıya doğru çekilmeye başladı. Atlayan kişiye bağlanan ortadaki ipten başka ona paralel olarak sağ ve solda iki ayrı ip daha vardı ve bu iki ip atlayan kişiden ikişer metre kadar uzaktaydı. Her üç ip atlayan kişinin yaklaşık 2-3 metre üstünde, yere paralel olan bir metal çubuğa bağlanmış ve bu şekilde birbirlerine uzaklıkları korunmuş oluyordu. Sanırım ayrıca bu düzenek, düşüş hızını ve son andaki frenlemeyi de sağlıyordu.

İplerin yukarı çekilmesi ne kadar uzun sürdü ya Rabbi. Zaten bir müddet sonra ipleri göremez olduk, daha sonra atlama platformuna vardığını önümüzdeki ekranda görebildik. Görevli bana sıranın eşimde olduğunu söyledi ve gerçekten de Gülsüm dışarıya paralel uzanan her tarafı açık bir koridordan sırtında siyah renkli bir ip, bitişiğinde yine ipe bağlanmış bir kadın, ön sol yanında yine sırtından ipe bağlı iri yarı moori yerlisi bir adam ile görüldü.

Üç kişideki bu ipler tavandaki sabit aparatlara bağlanmıştı. Kadın görevli Gülsüm'ün üstünü inceledi, orasını burasını çekiştirdi, siyah renkli bağlama ipini söktü aynı anda bu kez ucu dışarıda bir yere bağlı kahve renkli bir başka ipi bağladı ve gerisin geri dönüp ekrandan çıktı.

Erkek görevli, Gülsüm’ü dışarıdaki atlama platformuna götürmeye başladı, en dış uca gelmeden, geriye çevirip kameraya selam verdirdi, birlikte kameraya el salladılar, sonra Gülsüm’ün daha önüne geçti, biraz önce yukarı çektikleri asıl atlama ipini, sallandığı boşluktan çekti aldı, hemen yanındaki Gülsüme bağladı ve aynı anda, Gülsüme hala bağlı duran kahve rengi ipi çıkarıp orada bir yere astı. Gülsüm’ün yönünü atlama yapılacak yöne çevirmesini istedi, kendisi bir adım arkada kaldı, Gülsüm’ün ellerini sağında ve solunda sallanan dikey ip ya da tellere tutturdu ve saymaya başladı;

"one,two,tri,four, go,go,go", Gülsüm ilk anda biraz bekledi, kafasını geriye çevirip adama bir şeyler söyledi. Atlayış sonrası bana söylediğine göre tüm iplerin bağlanıp bağlanmadığını ve buna bağlı olarak hangi anda atlayacağını kestirememiş ve onu sormuş ancak heyecanlandığı için, Türkçe “bir,iki üç deyince mi atlayayım" diye.

Adam tekrar saydı,

"one, two,tri, four , go,go,go,go" ve Gülsüm boşluğa atladı.

Ekranda, platformdan aşağıya atlayışını ve en son başının ekranın altında kayboluşunu görünce kafamı hemen kuleye çevirdim, ancak ne gelen vardı ne de giden, çoook, çok uzun bir süre sonra tepede bir nokta olarak belirdi, o nokta hızla büyüyerek üstüme doğru geldi, elleri ve ayakları iki yana açık, uzun saçları havaya doğru savrulmuş, yüzüstü şekilde düşüşünü bir an gördüm, aynı anda birden yavaşladı, havada dikildi ve ayakları üstünde, gülerek yere kondu.

"Very nice, very nice" diye konuşmaya başladı yanı başında ipleri toparlayan adamla, sanki hiçbir olağanüstülük yaşamamış gibi. Yine aynı rahatlık, sakinlik ve gülen bir çehre ile bağlı iplerden kurtuldu, sabit kameraya görevli ile el salladı, yanıma geldi, kendisini öptüm, sarıldım ve oradaki sıraya oturttum, ban ilk sözü "uçmak çok güzelmiş" oldu.

"Tekrar atlar mısın" diye sorduğumda," bilmiyorum ki ama uçmak çok güzel" dedi gülerek. Hala yanı başımızda duran Korelinin aynı soruya verdiği cevabı tekrarlayınca yine "uçmak çok güzelmiş" dedi.

İşte benim Yörük kızı, korkusuz karım. Sal ordunun içine hepsine dağıtsın gelsin.

Akşam gemide gecenin yıldızı Gülsüm’dü. Karşılaştığımız yerli yabancı tüm arkadaşlara bu olayı ballandıra ballandıra anlattı. Zaten, atlayış hediyesi olarak verdikleri tişörttün önüne, atlayışın hikayesini yazmışlar ve en alta da tişört sahibini överek, “evet, yaptı" diye ayrı bir renkle ve büyükçe belirtmişler. Tişörtü gören Gülsüm’ü alkışladı, çak yaptı, bravo dedi, önünde eğilip iki ellerini havadan yere doğru hareket ettirerek tapınma hareketi yapan dahi oldu.

Bana "sen de atladın mı" diye soruyorlar, ben "bir ailede bir çılgın yeterli" diye cevap veriyorum. Bizim için ve tabii ki asıl Gülsüm için benzersiz bir anı oldu.

Tam böyle değildi ama biraz değiştirip yazayım. Ne demişler; "yapan yapar, yapamayan yazar olur."

Şimdi batımızdaki Avustralya'ya doğru hareket ediyoruz. Ancak, Yeni Zelanda'nın doğusunda olduğumuz için önce kuzeye giderek önümüzü açacağız sonra dosdoğru batı yönünde ilerleyerek Sydney'e varacağız. Üç tam günlük deniz yolculuğunun ardından.

TERÖR

Denizdeki ilk günümüzün sonunda ve akşam yemeğinden sonra ise çok acı bir olayı TV’lerden öğrendik. Irkçı ve İslam düşmanı bir veya birden fazla kişi ağır silahlarla Christchurch şehrindeki iki ayrı camiye saldırmış ve toplam 49 insanı öldürmüştü. 20 ye yakın insan ise ağır yaralı idi. Uyumadan önce İngiliz BBC ve Avustralya SKY televizyonlarından bu korkunç olayı dinledik ve ayrıntıları öğrenmeye çalıştık.

Terör saldırısı, bu ülke, devlet ve insanları hakkındaki düşüncelerimi tabii ki değiştirmedi. Çünkü, fanatik suçlular her zaman ve her yerde ortaya çıkabilir. Âdem bile, üstelik cennetteyken yasak elmayı kopararak suç işlemedi mi? Önemli olan, devlet sisteminin ve yaşayan kültürün düzenli olarak bu tür canavarları üretecek bir iklim oluşturmamasıdır. Ayrıca, böyle bir olaydan sonra yine devlet ve halk olarak bu olaya karşı samimi bir tepki ve karşı duruş refleksi göstermek önemlidir. Bir de "münferit bir olay, bizi bağlamaz" kolaycılığına kaçmadan gerekli tedbirleri alma ve eksikleri tamamlama iradesidir.

Batıdaki ırkçılık ve buna bağlı olarak özellikle Müslüman düşmanlığı artık herkesin bildiği bir gerçek. Geçen senelerde gittiğim Viyana'da, tam şehir merkezinde Nazi kılıklı adamlar bir gösteri yapıyordu ve bunların birinin elinde kocaman bir İsrail bayrağı vardı ve bu bayrağı "biz artık Yahudi düşmanı değiliz" der şekilde saygılı bir üslupla başının üstünde dalgalandırıyor ve bu şekilde konuşmacının etrafında mütemadiyen dolanıyordu. Artık yeni düşmanları İslam'la ilintili herkes ve her şeydi. Bu düşmanlığın mutlaka ekonomik sebepleri var. Çünkü, Avrupa devletlerinde işsizlik artıyor, gelirlerde düşüş var ve kendi muhtaçları aleyhine olarak sosyal devlet uygulamaları geriliyor. Müslüman göçmenlerin suç işleme oranları ya da çalışmadan sosyal yardımla geçinme gibi olumsuz alışkanlıkları da mutlaka yerlileri rahatsız ediyor.

Ancak ben burada işin siyasi partilerle ilgili bir yüzünü belirtmeye çalışacağım. Bu ülkelerdeki merkez sağ ve sol partilerin gerilemesine karşın, aşırı sağcı, ırkçı ve İslam düşmanı partilerin yükselişinin bu konu ile ilgisini kendimce anlatmaya çalışacağım;

Gerek kişi bazında ve gerekse toplum olarak insanlar "benzerleri ile dayanışırlar". Aynı dine inananlar, aynı etnisite mensupları, aynı bölge insanları ya da hem şehriler birbirlerine destek olur. Bu normal bir insani davranıştır. Her kuş, kendi sürüsü ile uçar.

Yabancı ise her zaman ve her yerde uzak durulan bir kişidir. Çünkü yabancı, ilk bakışta yerliye benzemez. Bu nedenle tanınmaz, özellikleri bilinmez. Bilinmeyen şey ise insanı korkutur. Korku, bir şekilde tepki oluşturur. Tepki birçok şekilde ortaya çıkar. En basiti ise yabancı aleyhine konuşmak veya onu eleştirmektir.

Batıdaki, merkez sağ ve sol partiler, bu kadar basit bir gerçeği ıskaladılar mı? Hayır o kadar aptal olmazlar, mutlaka bildiler ve gördüler ama hümanizm gibi kendilerinin yüksek siyasi ideallerine yakıştırmadılar veya kızgın yerlileri savunamayacakları için dışladılar. Kendi yüksek ideolojik değerleri içinde bu tepkiyi açıklayamadılar. Uzak durdular, içlerine almadılar.

Hümanizm ile yabancı eleştirisini bir araya getiremediler. Eşitlik ideali, toplumlar arasındaki doğal farkı dillendirmelerine engel oldu. Belki, Nazi ve Faşist geçmişleri, bu konuda kollarını kanatlarını kırdı. Sömürgecilik geçmişlerinin kefaretini ödeme hissi, bugün onlara, şimdi içlerindeki o bölge insanlarına ayrı kurallar getirme düşüncesini tabu veya suç saydı. Belki de reel siyaset ve oy kaygısı ile, kendi partilerine Nazi ya da Faşist demesinler diye bu topa hiç girmediler. Belki de kendi insanları içinde hala yaşayan Nazist/Faşist hayaleti görmediler, görmezden geldiler veya kendilerine yakıştıramadılar.

Merkez siyasi partiler bu konuyu pas geçtiler, hatta bir adım daha ileri geçerek, kendi içlerinde bu tepkiyi dillendiren taraftarlarını bizzat "ırkçısın" diyerek dışladılar. Ancak, bu tepki insanlarını içinde vardı ve giderek artıyordu. Buna karşın, merkez siyasi partiler içinde kanalize olamıyor, resmiyete dökülemiyor ve bir politika oluşturamıyordu. Kelimenin tam anlamı ile ortada bir boşluk oluştu. Siyaset ise doğası gereği boşluk istemez. Boşluğa dayanamaz. O boşluk mutlaka doldurulur. İşte, 70'li hatta 80'li yıllarda esamesi okunmayan aşırı sağcı, ırkçı partiler bu nedenle kar topu gibi büyümeye başladı, son 20 yıldan bu yana. Aynı oranda merkez sağ ve sol partiler adeta eridi.

Daha önce merkez sağ ve sola oy veren ortalama vatandaşlar kendi partilerinde, bu tepkisel düşünce ve inançlarına cevap bulamadı; aşırı sağcı, ırkçı, Müslüman göçmen düşmanı hatta İslam düşmanı kıytırık partiler ise, tam onların duymak istedikleri şeyleri bağıra çağıra konuşuyordu. Merkez partilerin görmediği, görmek istemediği, yakıştıramadığı Nazist/Faşist hayalet, ete kemiğe büründü. Benzerler arasında bir kez daha dayanışma oluştu ve oylar oraya aktı.

Bu partiler şimdi birçok batı ülkesinde ana muhalefet yada iktidar ortağı oldular. Ancak, çirkin ve acımasız bir düşmanlıktan başka bildikleri bir şey olmayınca, ortaya çıkan sonuç, merkez partilerin yüksek ahlaki değer taşıyan siyasi idealleri ile yabancıya gösterilen tepkiyi bağdaştıracak politikalarının sonuçlarından çok daha sert, kötü, yıkıcı ve öldürücü oldu.

(Yarın: Avustralya'ya Doğru, Acil Durum)

YORUMLAR

  • 0 Yorum
Henüz Yorum Eklenmemiştir.İlk yorum yapan siz olun..
İLGİNİZİ ÇEKEBİLİR x
İZSU GENEL MÜDÜRÜ KÖSEOĞLU: SİYASET ÜSTÜ ÇALIŞIYORUZ
İZSU GENEL MÜDÜRÜ KÖSEOĞLU: SİYASET ÜSTÜ ÇALIŞIYORUZ
YILMAZ KARAKOYUNLU VEFAT ETTİ
YILMAZ KARAKOYUNLU VEFAT ETTİ