TAHİTİ’DE DANS DANS DANS!

TAHİTİ'DE DANS DANS DANS!

Kızların tüm dansı, kalçalarının kıvrılmasından oluşuyor. Eller ve ayaklar bu kıvrılmaya eşlik ediyor. Göğüsler ise sabit şekilde tutuluyor. Bir söylentiye göre, ilk gelen Avrupalı misyonerler kızların önce açık olan göğüslerini örtmüşler sonra da danslarında sadece kalçaların kıvrılmasına izin verirken göğüslerin hareket etmesini yasaklamışlar.

04 Eylül 2019 - 23:21 - Güncelleme: 04 Eylül 2019 - 23:35

 

24- TAHİTİ, FRANSIZ POLİNEZYASI. 170 33’ Güney Enlemi, 1490 56’ Batı Boylamı

Hawaii'den ayrıldıktan 6 gün sonra bu kez Tahiti'deyiz. 24 Şubat sabah 06.00 da kalktık ve doğrudan güverteye çıkıp yaklaşmakta olduğumuz zümrüt yeşili adayı seyretmeye başladık. Fransız Polinezyası'nın en kalabalık limanı Pepetee'ye çıkmadan önce Tahiti'nin gümrük polisleri gemiye gelip pasaport kontrolü yaparak giriş damgalarını vurdular. Burası için zaten ayrı bir turistik vize almıştık Türkiye'den.

Uyuşuk ve bir o kadar da beceriksiz polisler tam iki saatte işlerini bitirdiler. Halbuki benzer işlemi yapan Amerikalılar makine düzeni ve çabukluğunda bunun dörtte biri zamanda işlemleri tamamlamışlardı.

Bugün pazar olduğu için dükkanlar kapalı ancak gemi gelişi nedeniyle bazılarının özel olarak açıldığını öğrendik. Öğleden sonra doğu sahilini gemi organizasyonu ile gezeceğimiz için ilk saatlerimizi şehri ve etrafını yaya olarak gezerek keşfetmeye ayırdık.

Liman çevresini çıkışımıza göre sola doğru giderek dolaşmaya başladık. Deniz kıyısında çok güzel yapılmış kocaman parkta dolaştık. Sazdan devasa kulübeler arasına Tahiti'ye mahsus büyük volkanik kayaları heykel gibi serpiştirmişler.

Folklorik şekillerden yapılan anıtlar koymuşlar. Çocuk oyun alanlarını, büyük çim düzlükler ve spor alanları takip ediyor. Bir futbol sahasını ise beyaz deniz kumları ile düzenlemişler ve kumda çift kale maç yapan gençleri bir süre izledik. Parkın tamamı ise çok değişik türlerde büyük ağaçlarla kaplıydı ve neredeyse tüm ağaçların her tarafı rengarenk çiçeklerle ve meyvelerle doluydu.

Yolda turizm danışma bürosuna denk geldik. Dört günümüzün geçeceği bu bölge için broşürleri taradık, büyük reklam afişlerini inceledik. Orta yaşlı, güler yüzlü konuşkan görevli kadınla biraz lafladık. Broşürlerde gördüğüm çok güzel beyaz kumlu sahili, türkuaz renkli denizi ve denize kadar inen coconat ağaçları olan yeri gösterip "buraya nasıl giderim" diye sordum.

Kadının gözleri parladı "Oooo, orası Marlon Brando adası, Marlon Brando çok sık gelirdi buraya, çok iyi bir seçim, Başkan Obama emekli olunca ilk olarak burada dinlendi, Leonardo DiCaprio o adaya gelir tatil için, yalnız hem uzak hem de pahalı ama isterseniz ben ayarlarım" deyince, hevesim kursağımda kaldı. "My name is Ömür Kabak, no Obama, no Marlon Brando, no DiCaprio "dedim. Kadın durumumu anladı, güldü, "size daha yakın plajlar göstereyim" diyerek, elindeki haritadan plajları anlatmaya başladı.

Parkın sonunda orta boy büyüklükte bir stadyum vardı ve akşam burada bir sanatçının konserine rast geldik. Stadyumdan sonrası havaalanı bölgesi olduğu için oradan şehir içine kıvrıldık ve bu sefer ters yönde şehir merkezini gezmeye başladık. Merkezin hafif dışında, büyükçe bir Evanjelik Kilisesinde pazar ayini vardı.

Yerliler çok şık ve temiz giyinip süslenmişler. Kadınlar çoğunlukta ve hepsinin başlarında yöresel ince sazdan yapılmış krem renkli kenarlıklı şapkalar ve şapkaların başın geçtiği orta bölüm çevresi çiçeklerle süslenmiş. Birlikte ilahiler söylüyorlardı. Önce aralarında oturduk sonra 2. kata çıkıp balkondan seyrettik. İlahiler bitince normal giyimli rahip vaaza başlayınca oradan ayrıldık. Bir kilometre kadar uzaklıktaki tam merkezde ise Katolik kilisesi bulunuyor ancak onun içine girmeyip dışarıdan baktık.

İşyerlerin çoğu kapalı olduğu için çok zevkli bir yürüyüş olmadı. Şehrin kendisinde ve insanlarda orta karar bir zenginlik ve temizlik gözledim. Ancak çok şişman insanlar olduğunu fark ettik. Yürüyerek limanın diğer tarafına doğru geçtik ve sahile inmeye çalıştık ancak bir türlü denize ulaşamadık.

Deniz kenarları özel mülklerle çevrilmiş ve hepsi bahçeli evler şeklinde. Büyük duvarlar ya da çitlerle çevrilmiş ve büyük kapıları kapalı vaziyetteydi. Israrla "biraz daha, biraz daha" diyerek ilerledik ancak deniz kıyısına çıkmamız mümkün olmadı. Vazgeçmek üzereyken, sörf kulübü gibi tesisin ana kapısının bitişiğindeki küçük yaya kapısı açıldı ve genç bir delikanlının orada çalıştığını görünce içeri girmek istedik ancak kapalı olduğunu söyledi, denize bakmak için izin isteyince kabul etti, içeri girdik, bir başka kişi ile etrafı düzenlediklerini anladık, onlarca sörf tahtası ve deniz tekneleri sıralanmış ve ambar olarak kullanılan bir binadan ibaret bir tesis burası.

Betondan iki iskelesi vardı, biz birinin üstünde denizin içine doğru yürüyünce denize neden ulaşamadığımızı gördük. Tüm kıyı kayalık ve herhangi bir kumsal görünmüyordu. Kilometrelerce deniz kıyısı boyunca evler ve bahçeleri denize dayanmış şekilde yapılmış.

Bu nedenle artık sahil aramaktan vazgeçerek, değişik yollardan gemiye doğru yürümeye başladık. Gemiye geldiğimizde, araba turumuza daha iki saat vardı. Bu nedenle hiç vakit kaybetmeden geminin deniz suyu ile dolu açık havuzuna kendimizi attık. Birkaç saatlik yürüyüşün ve biraz da umduğumuzu bulamamanın getirdiği hayal kırıklığının üstüne yüzmek çok iyi geldi. Ortalık çok sakin olduğu için sanki koca gemi ve havuz sırf bize tahsis edilmiş gibiydi. Duş ve kıyafet değişikliğinden sonra bir şeyler yemeye fırsat yaratıp adadaki ilk turist otobüsü ile gezimize başladık.

Otobüsümüz, yerleşim yerleri geçtikten sonra deniz kıyısı boyunca ilerledi sonunda buradaki ilk plaja vardık. Aslında burası içinde çok büyük bir deniz fenerinin olduğu ada tarihinin tematik olarak anlatıldığı deniz kıyısında bir park. Parkın her iki tarafı denize dayanıyor. Denize bakışa göre sağ taraf kayalık ve yüzen insan bulunmuyordu orada. Biraz kıyısında yürüdüğümüzde denizin içinde önce canlı mı cansız mı olduğuna karar veremediğimiz sarı kahverengi renklerde başı sonu belli olmayan urgan ya da düzgün kesilmiş dal parçaları gibi bir şeyler gördük. Bunlar onlarca sayıdaydı ve sıra sıra kıyı boyunca hareketsiz duruyorlardı. Üzerlerine eğilip biraz da etraflarına küçük taşlar atınca canlı olduğunu gördük. Bizim tahriklerimizle hafif hafif hareket ederek yer değiştirdiler. Yılan mı yoksa dev solucanlar mı anlayamadık.

Diğer taraf ise tamamen kumsal ve plaj. Çok sayıda insan denize giriyor ve biraz açıkta dalga sörfü yapıyordu. Ancak, kumsal siyah kumdan oluşmuş. Burası volkanik özelliği nedeniyle siyah renkli kumsallardan oluşuyor, denizin içi de siyah kumla kaplı olduğu için görsel olarak karanlık bir tablo oluşuyor ve doğrusu pek denize girme hevesi duymuyorsunuz. Ertesi gün kendi tuttuğumuz araç ile tüm adayı çepçevre gezdiğimizde de gördük ki burası denizi ve plajları yüzmek için çok iyi değil. Asıl güzelliği adanın karasal özellikleri. Çünkü, herhalde dünya üzerinde buradan daha yeşil ve renkli çiçeklerle bezenmiş bir başka kara parçası yoktur. Pazartesi günü yaptığımız o geziyi birazdan anlatacağım şimdi tekrar pazar gününe devam edelim.

Burada denize girmedik, daha çok etrafı ve şişman insanları seyretmekle yetindik. Daha sonra tepelik bir yerdeki seyir terasında adanın güzelliklerini kuşbakışı izledik, fotoğraflar çektik. Geminin ayarladığı bu gezi kısa sürdü tekrar limana geri döndük. Ancak biz gemiye çıkmadık, bu kez akşam saatlerinde kararmaya başlayan şehrin diğer noktalarını dolaştık. Bir kafede bir şeyler içtik, oradaki wi-fi bağlantısı ile internet üzerinden çocuklarla konuştuk ve mesajlaştık. Saat 22'yi geçerek gemiye döndük.

TAHİTİ ŞARKILARI VE DANSI

Gemimizde bu gece Tahiti'li bir gurubun yerel dans ve müzik gösterisi olacak. Tüm gemi halkı, 13.kattaki açık havuz civarındaki büyük açıklıkta toplanmış vaziyetteyiz. Havalı anonsçumuz Anna yine altı değişik dilde programı anlattı ve biraz sonra yaşlı ve şişman 5 erkek çalgıcı ve bir kadın ses sanatçısından oluşan müzik ekibi sahnede yerini aldı, müzik başladı ve bu kez 6 genç kadın ve 5 genç erkekten oluşan yerel dansçılar ortadaki meydanda çok güzel bir müzik eşliğinde çok hareketli danslarına başladılar. Kızlar dans ederken tek kadın şarkıcı şarkısını söylüyor, erkekler dans ederken bu kez erkek çalgıcılar şarkı söylüyor. Karışık danslarda onlarda birlikte şarkılar söylediler. Çalgılardan bir davul ve yine davul benzeri bir vurmalı çalgı sabit kalırken, diğer üç müzisyen bazen normal gitarlardan bayağı küçük yerel gitarlarını bazen de ellerine aldıkları büyük bambulardan yapılmış vurmalı çalgı şeklindeki aletleri bazen çalkalayarak bazen elleriyle veya ellerindeki küçük çubuklarla vurarak müzik yapıyorlar.

Kızların saçları uzun ve taze çiçeklerle süslü. Neredeyse her danslarında kıyafet değiştirdiler, rengarenk ince kumaşlardan yapılan yandan düğümlenmiş etekler ve göğüslerini örten aynı tarz kumaştan yapılan basit büstiyerler. Erkeklerin üstleri çıplak pazu ve ayakları taze uzun yapraklardan oluşan bir cins bileziklerle süslenmiş, altlarında yine düğümle birleştirilmiş etekimsi kumaşlardan oluşuyor. Danslar çok hareketli ve Hawaiililere göre biraz daha mekanik veya sporcu sertliğinde. Bazen karışık bazen sırf erkekler ya da kızlardan oluşan gruplar olarak oynadılar. Dans etmeyen grup o arada hemen kıyafetlerini değiştirdi. İki ayrı kez de birer kız dansçı tek başına gösteri yaptı.

Kızların tüm dansı, kalçalarının kıvrılmasından oluşuyor. Eller ve ayaklar bu kıvrılmaya eşlik ediyor. Göğüsler ise sabit şekilde tutuluyor. Bir söylentiye göre, ilk gelen Avrupalı misyonerler kızların önce açık olan göğüslerini örtmüşler sonra da danslarında sadece kalçaların kıvrılmasına izin verirken göğüslerin hareket etmesini yasaklamışlar. Erkeklerin dansı el, kol ve bacak hareketlerinin hızlı hareketlerinde ve özellikle kalça ve baldırların hızla çalkalanmasından oluşuyor ve birde hoplama zıplamalar oluyor. Güzel bir gösteri izledik. Danslardaki hareketlere kendimizce hikayeler uydurduk, anlamlar yükledik. Devamlı gülen yüzlerle dans eden sanatçıları bolca alkışladık. Tatlı nağmeli ve duygu yüklü seslerle söylenen şarkıları beğenerek dinledik. Gösteri bitince dansçılarla birlikte fotoğraflar çektirdik. Gecenin sonunda bugün için muazzam bir yeşillik ve çiçekler, pek güzel olmayan küçük bir şehir ve dans gösterisi anılarımızda yer etti.

YEŞİL DÜNYA

Geceyi limanda geçirdik ve ertesi sabah erkenden dışarı çıkıp tam bir ada turu yapan bir şirketle anlaştık. Aracımız bir otobüs ve yaşlı sayılacak kadın rehberimizin İngilizce Fransızca anlatımı ile adayı gezmeye başladık. Bu gezi sayesinde buranın gerçek bir cennet olduğunu da keşfettik. Muazzam yoğunluktaki ağaçlar ve sarmaşıklar birbirini üzerinde ve her birinin üzerinde rengarenk çiçekler ve meyveler. Çiçeksiz ve meyvesiz hiçbir ağaç yok. Toprak ise hiç görünmüyor, yeşil renk her yere hâkim olmuş. Denizin bittiği yerden başlayan yeşillik, dağlar ve vadiler boyunca kesintisiz devam ediyor. Ada bir daire şeklinde ve çevresi 120 km civarında.

İlk durağımız yerel bir açık hava tapınak alanı oldu. İki metre boyunda bir erkek tanrı heykeli ile ondan biraz daha kısa bir kadın tanrı heykelinin bulunduğu bir alanın iki ayrı bölgesinde ise siyah volkanik taşları bir metre yüksekliğinde bir platform olarak üst üste ve yan yana dizmişler. Her ikisi de dikdörtgen şeklinde. İlki 20 metre karelik bir alanı kaplarken diğeri onun üç misli büyüklüğünde ve daha yüksek bir yığıntı halinde. Üzerleri açık vaziyette ancak orijinal halleri böyle mi yoksa ahşap ya da sazdan duvar ve çatıları var mıydı öğrenemedim. Heykeller volkanik yekpare taştan oluşmuş ve koyu kızıl kahve tonlarda.

İkinci durağımız büyük bir mağara ağzı. Mağaranın içi su dolu ve yukarıdan devamlı olarak bir su sızıntısı olduğu görülüyor. Üçüncü durağımız ise en az 100 metre yukarıdan akan büyük bir şelale ve onun oluşturduğu gölet. Burada yüzenler oldu bizim guruptan. Şelale olmasına rağmen gölet suyu ılık. Biz sadece ayaklarımızı sokarak kıyısında yürüdük. Bu üç yer de orman içindeydi. Muazzam güzellikteki bitki örtüsünü her defasında hayranlıkla izledik.

Dördüncü durağımız olan botanik bahçesindeki ağaç ve çiçek cümbüşünü anlatmak çok zor. Hiç görmediğimiz ağaçlar, sazlar, nilüferler, sarmaşıklar ve her yerde çiçekler. Beyaz çiçekli ağaçlar gelin başı gibi. Kırmızılar o kadar canlı ki sanki alev alev yanıyor. Sarılar, turuncular, maviler, morlar, pembeler bir arada dans ediyorlar.

Bir ağaç asıl gövdesinden 3 metre sağ ilerisinde yere değen dallarından bir gövde daha yapmış bununla yetinmemiş 5 metre sol ilerisine aynı şekilde bir gövde daha yapmış ve bununla da yetinmemiş 7 metre ileriye ve tam hizasındaki bir başka tür ağaca dallarını indirmiş orada toprakla buluşunca bir gövde halini almış ve o yerin asıl sahibi olan diğer ağacı çepeçevre kuşatmış. İlk bakışta bunun tek bir ağaç olduğunu anlayamıyorsunuz, kafanızı yukarı kaldırıp ağacın taç bölgesini ve oradan aşağıya akıp toprakla buluşan dallarından oluşan gövdeleri takip ederek bunun aslında dört gövdeli tek bir ağaç olduğunu çözüyorsunuz.

Ağaçlar bir yandan yeni çiçek acarken aynı anda üzeri ham ya da olgunlaşmış hatta dalında çürümüş meyvelerle dolu. Mevsim farkı olmadığı ve her zaman sıcaklık ve nem durumu aynı olduğu için ağaçlarda bir hasat dönemi bulunmuyor. Meyve üretimi aralıksız devam ediyor.

Şelaleye ulaşmak için ormanda yürürken hemen önüme kocaman bir Hindistan cevizi düştü. Neredeyse bir insan kafası büyüklüğünde ve yeşil renkteydi. Elime alıp oradaki sivri bir kayaya vura vura kabuğunu açtım, içindeki su yere aktı ama süt beyazı rengindeki iç bölgesini Gülsüm’le birlikte yedik.

Nefis bir kokusu ve tadı vardı. Biraz ileride bu kez kırmızı renkli çiçek açmış bir büyük ağacı incelerken aynı zamanda meyve dolu oluğunu da fark ettik. Meyveleri yapraklarına benzer şekilde sarıya yakın açık bir yeşil renginde ve şeffaf bir dokudaydı. Bunun yıldız meyvesi ağacı oluğunu anladık ve meyvesini hem gemide yemiştik hem de yol boyunca satış yapan meyve tezgahlarında görmüştük. En çok sararmış olanı kopardığımda aslında bir narenciye türü olduğunu gördük. Kabuklarını soyunca portakal dilimi şeklindeki asıl meyvesi ortaya çıktı. Tadı hafif ekşimsi ve bol sulu. Gemide yediğimiz ise biraz daha hamdı ve kabuğu soyulmadan bıçakla enlemesine halkalar şeklinde kesilmişti. İlk kez gördüğümüzden pek tadına varamamıştım herhalde. O tür kesildiğinde her bir halka yıldız şeklinde oluyor. Meyvenin dış yüzeyi bir ucundan diğerine diklemesine ve birbirine paralel uzanan yekpare çıkıntılardan ve bunlar arasındaki girintilerden oluşuyor. Bu nedenle halka halka enlemesine kesildiğinde her bir halka bir yıldız görünümünü alıyor.

Bir başka meyveyi de ilk kez bu gezi sırasında ağacıyla birlikte gördüm. Ceviz büyüklüğünde bordoya yakın koyu bir kırmızı dış yüzeyi, deniz kestanesi gibi bir cm uzunluğunda hafif sertlikte diken tüy karşımı ile kaplı. Diklemesine ve bir bıçak yardımı ile kabuğunu yarısına kadar kestiğinizde içinden süt beyazı ve buz beyazı karışımı renginde yarı şeffaf meyvesi çıkıyor bu şekilde ağzınıza attığınızda aşırı şeker tadında yumuşak ve kaygan bir doku olduğunu ve onun ortasında da büyükçe bir çekirdeğin olduğunu anlıyorsunuz. Etli kısmı çekirdekten biraz zor hatta hiç ayrılmama eğiliminde bu nedenle neredeyse emerek tatlı ve sulu etli kısmını sömürüyorsunuz geriye çekirdeğe yapışık kalan çok az bir posası kalıyor. Çekirdeği ise sert kabuklu değil tam tersine iç fındık sertliğinde ve bu çekirdeği de ayrıca kırma zahmetine girmeden olduğu gibi rahatlıkla yiyorsunuz. Bunu ağacından yiyemedik, seyyar satıcılardan da alma fırsatımız olmadı ancak gemide umduğumuzu bulduk; ilk kez bu meyve burada servis edilmeye başlandı. Bu nedenle iki üç gün bolca yeme fırsatımız oldu. Adı yerli dilinde tüylü demek olan rambutam ve şekerle yüklü tadı pek leziz.

Son olarak plaja gittik, plajın önü resiflerle çevreli olmadığı için açık denizden gelen dev dalgalar sahili ve siyah kumları sert bir şekilde dövüyordu. Burada iki sürprizle karşılaştık;

İlki, sahilin tamamının denizin karaya sürüklediği mercan parçaları ile dolu olması idi. Tamamı beyaz renkte ve parmak büyüklüğünden el büyüklüğüne kadar değişik hacimlerde ve şekillerde. Birkaç tanesini eve götürmek için seçtik ve yanımıza aldık. Bu şekilde birçok numenimiz oluştu ve her halde bu aratarak devam edecek. Kum, taş, soğumuş lav ve her çeşit deniz kabuğu ve neredeyse hepsinin toplamından çok onlarca çeşit bitki, ağaç, sarmaşık ve meyvelerden topladığımız tohumlar. Bakalım bunları nasıl götüreceğiz.

İkinci sürpriz ise tamamen kayalık bir bölümde yamacın bitip düzlüğün başladığı noktada kanalizasyon boşluğu gibi yer altına giden bir boşluk. Yeraltına döşenmiş büyükçe boru şeklindeki yuvarlak kaya boşluğu, aşağılardaki kızgın lavlı bölgeye direk ulaşıyormuş. Beş on saniyede bir korkunç bir sesle birlikte bazen az bazen çok su buharı fışkırtıyor. Çıkardığı ses o derce güçlü ve boğuk ki, korkudan yanında fazla duramıyorsunuz ve oradan uzaklaşmak isteği benliğinizi sarıyor. Neredeyse herkes bir kez bu sesi duyduktan sonra "Oooo!" diyerek korku içinde oradan uzaklaşıyor. Hemen altımızdaki korkunç lav katmanını gözünüzle olmasa da kulağınızla adeta görüyorsunuz.

Tahiti birbirine uçlarından bitişik iki yuvarlak adadan oluşuyor, uçaktan ya da bizim gibi haritasından baktığımızda bir 8 rakamı oluşturuyor. Ancak halkaların büyüklüğü eşit değil asıl Tahiti diğerine göre 4-5 misli daha büyük. Küçük olanına "küçük ada" ismini vermişler. Her ikisinin birleşim bölgesinde ve küçük ada tarafında denize girmeye müsait güzel plajlar olduğunu otobüsümüz ile gezerken gördük, ancak biz Tahiti'de denize girmedik ve kara turumuza devam ederek tüm adayı çepeçevre gezdik.

Tahiti'de evlerde çok fazla horoz ve tavuk besleniyor. Yollarda, parklarda, bahçelerde tavuklar daima göze çarpıyor. Çoğunun etrafında civcivleri dolaşıyor. Horozlar devamlı olarak öterek kendilerini belli ediyor. Ayrıca yine bir horoz klasiği olan ve bizim evde beslediğimiz horozumuzun da sık sık yaptığı gibi yerde bir yiyecek bulduğu zaman tatlı bir ses çıkararak tavuklarını oraya çağırıyor ve onların o yemi yemesini istiyor. Buradaki horozların da aynı jesti tavuklarına yaptığını defalarca gördük. Buranın tavuk ve horozları ufak tefek. Bizim piliç büyüklüğünde. Tahiti mutfağında tavuk ve pilavın özel bir yeri var. Gemide uğradığımız yörelere ilişkin yöresel yemek menüleri çıkıyor. Hem Haiti menüsünde hem de Fransız Polinezya menüsünde devamlı olarak tavuk ve pilav vardı. Hatta bir akşam bundan istedik ve gele gele bizim klasik kızarmış parça tavuk ile yanında pirinç pilavı geldi.

Bu arada gemideki en büyük nüfusu oluşturan Fransızların ulusal sembollerinin niçin horoz olduğunu anladım. Çünkü çok kavgacı insanlar. Kendi aralarında da, yabancılara karşı da devamlı bir ağız dalaşı, itiraz ve kavga halindeler. Tahiti'deki geminin yaptığı ilk araç turumuzda, bizim otobüsümüz İngilizce konuşacak rehberli olarak ayarlanmıştı. İngilizlerin sayısı çok az olmasına rağmen İngilizce, dil olarak birinci sırada. Gemi içinde organizasyon yapılırken, genel olarak Fransızca, Almanca ve İngilizce rehberli otobüsler olarak planlanıyor. Bazen bu üçü için aynı sıraya girilse de kuyruğun başında işlem yaparken hangi dili istersen o otobüsün bileti veriliyor. Bizim İngilizce otobüsüne bir Fransız yaşlı erkek, sanırım yanlışlıkla dahil olmuş. Rehber, İngilizce konuşmaya başlayınca bu itiraz etti, diğer yolcular ise sakin bir şekilde bu otobüsün İngilizceye tahsis edildiğini söylediler, adam aslında kibar biriydi çok fazla konuşmadan kendisinin yanlış yaptığını anlayıp inmek istedi ancak o sırada arka koltuklardan bir Fransız tüm otobüse, şoföre ve rehbere kafa tutarak, mutlaka Fransızca da konuşulacağını, burasının Fransızca konuşulan bir ülke olduğunu bağıra çağıra anlatmaya başladı ve yaşlı adamı da indirmedi, bizim önümüzdeki koltukta Moldovalı genç bir çift ve özellikle kadın olanı İngilizce iddiasını sürdürünce, arkadaki Fransız ona bir saldırdı ve sanırım küfür de etti. Bu kez genç koca o kadınının küfür ettiğini anladı, onun yanına gitti ama Fransız kadın bağırmaya devam ediyordu hatta kendi kocası susturmaya çalışsa bile o bağırmaya devam etti. Genç koca alı al moru mor gerisin geri karısının yanına önümüzdeki koltuğa geri döndü. Sonuçta tüm gezi boyunca biz her şeyi hem İngilizce hem de Fransızca olarak dineldik.

Gemi içinde de benzer tavırlarını hep gözledik. Gülsüm, peş peşe İngilizce dil kurslarına ve pasta süsleme veya origami gibi beceri kurslarına gidiyor. Onun anlattığına göre, Fransız kursiyerler yer kavgası ile başlayıp, tüm kurs boyunca birbirleriyle ve diğer insanlarla devamlı bir sataşma halinde oluyor, kurs bitince de "hurra" kapıya doğru koşuşturuyorlarmış. Almanlar ise aynı kurslarda, disiplinli, bilgili ve çalışkan halleri ile hemen fark ediliyormuş. Benim pinpondan ya da diğer yarışmalı oyunlardan tanıdığım Fransızlar biraz daha kibar, belki sporun fair play ruhu daha baskın geliyor bunların horoz karakterlerine. Ankara Hukuk'ta öğrenci iken Siyasal Tarih hocamız Prof. Dr. Coşkun Üçok'un bir sözü geldi aklıma; "toplumsal fikirler Almanya'da doğar, Fransa'da eylemelere ve ihtilallere dönüşür ve tüm olayların nimetlerinden ise İngilizler yararlanır." Fransızlarda bir isyancı, ihtilalci ve anarşist ruh var ve 1789 Fransız İhtilali ve onu takip eden 19.yüzyıl sosyalist isyanları, bu milletin karakterinin sonucu veya karakterini oluşturan bir etken olmuş.

BEYAZ GECE PARTİSİ

Yarın gideceğimiz Moorea adası Tahiti adasına çok yakın. Bu nedenle buradan hareketimiz her zaman yapıldığı gibi akşam 18,00 civarı olmadı ve 22.30'a kadar limanda kaldık. Bu akşam "beyaz gece" diye bir açık hava partisi düzenlendi. Biz dahil neredeyse herkes beyaz giyindi. Orkestra romantik parçalar çaldı, geminin değişik barlarında ya da Royal Tiyatroda şarkı söyleyen ses sanatçıları bu kez tek tek burada birer şarkı söyledi, daha sonra animatörler dünyanın değişik ülkelerinden sembol şarkıları coşkulu ve insanları dansa davet ederek çalmaya başladılar. Anonsları yapan baş animatör kız, "bir, iki, üç" diyerek sayıp sonra müziği başlatıyor, birkaç saniye sonra da o şarkının ait oluğu ülkeyi söylüyor, sağında ve solunda geminin en matrak iki animatörü şarkısı çalınan ülkeyi simgeleyen çok basit bir elbise, şapka, pelerin gibi bir aksesuarı kaşla göz arasında takıyorlar ve üçü birden sahnede dansa başlıyorlar, misafirler de onları taklit ederek toplu olarak aynı şekilde dans ediyorlar. Brezilya, Arjantin, İtalya, Fransa, İspanya, Çin, Arabistan gibi bir çok ülke müziği çalındı, Türkiye yoktu içlerinde ancak bir ara Hint müziği başlattılar, anonsçu kız önce "Turkey" diye anons yaptı ancak hemen hatasını anlayıp "İndia" diye bir kaç kez özür dileyerek düzetti. Parti sırasında limonlu dondurma ikram ettiler, dondurmanın üzerine renksiz ve çok sert bir içki dökerek servis ettiler, dondurma nefisti ancak dibinde biriken içki çok sert olduğundan ağzımızın tadı bozulmasın diye son kısmını bırakmak zorunda kaldım.

(Yarın: Moorea, Fransız Polinezyası, Açık Denizde Köpekbalığı Besliyor, Vatozları Kucaklıyoruz)

YORUMLAR

  • 0 Yorum
Henüz Yorum Eklenmemiştir.İlk yorum yapan siz olun..
İLGİNİZİ ÇEKEBİLİR x
İZSU GENEL MÜDÜRÜ KÖSEOĞLU: SİYASET ÜSTÜ ÇALIŞIYORUZ
İZSU GENEL MÜDÜRÜ KÖSEOĞLU: SİYASET ÜSTÜ ÇALIŞIYORUZ
YILMAZ KARAKOYUNLU VEFAT ETTİ
YILMAZ KARAKOYUNLU VEFAT ETTİ