MÜLTECİ (İZMİRLİ GAZETECİLER)

MÜLTECİ (İZMİRLİ GAZETECİLER)

İzmir siyasetin de, gazeteciliğin de önderliğini yapmış bir kenttir... Araştırmacı-Yazar ESHOT eski Genel Müdürü Mehmet Erdül'ün kaleminden bu kentin efsane gazetecilerini ve yaşadıklarını bu nefis araştırma yazısında okumaya hazır mısınız...

04 Aralık 2017 - 22:46 - Güncelleme: 04 Aralık 2017 - 22:59

MEHMET ERDÜL (Araştırmacı-Yazar)

İzmir, Deniz, Güneş, Tarih ve Bereket kentidir…

İzmir, 5000 yıllık geçmişi ile uygarlıklara tanıklık etmiş, tarihsel mirası ile bir kültür kentidir.

İpek Yolu’nun konaklama merkezlerinin en önde geleni bu kenttir.

Tarih boyunca kervanlara ev sahipliği yapmış. Ticarete, ekonomiye, kültürel yaşama, sosyal hayata lokomotiflik etmiş bir kenttir İzmir…

Aynı zamanda, siyasetin de, gazeteciliğin de önderliğini yapmış bir kenttir.

Türk yazın hayatına damgasını vuran yüzlerce yazar bu kentte doğmuştur.

Yaşadıkları döneme tanıklık eden gazeteciler, gönlünü, beynini kitaplara aktaran şairler, öykü ve roman yazarlarının doğup serpildiği kenttir İzmir.

İzmir her alanda olduğu gibi yazın yaşamında da öncü olmuş.

Yazılı olmayan toplumsal kurallar arasında, suskun toplum yaratma arzularına önce İzmirliler karşı çıkmışlar.

“Dilini Tut Danayı Güt” demişiz, güden ve güdülen bir toplum olmanın kapısını aralamışız.

Susmak toplumumuzun büyük bir kesimince, en yüce değer sayılmış, bireyin övülmesi gerektiğinde “Ağzı Var, Dili Yok”  buyurulmuş.

Toplum konuşmaktan korkutulmuş “Bülbülün çektiği dili belasıdır” denilmiş, yetmeyince “Dil Susmayınca Baş Esen Olmaz”denilmiş.

“İki Söyle Bir Dinle” denilerek az konuşma öğütlenmiş,”Söz gümüşse Sukut Altındır” denilerek hiç konuşmamak gerektiği vurgulanmış.

Bu kargaşa arasında, büyüklüğün sınırları çizilmeden “Büyüklerin yanında küçüğe söz düşmez” de denilmiş,“Sus Küçüğüm, Söz Büyüğün” özdeyişinin söylenmesi zor gelmiş zaman içinde durmuş, “Su küçüğün, söz büyüğün “ oluvermiş, ”Kim Büyük, ne kadar Büyük?” sorusuna yer bırakmadan, suskun bir toplum yaratmaya çalışılmış.

Susmayanlar, konuşanlar, yazanlar ve hatta düşünenler yargılanmaya başlamış. Düşünce suçunun var olduğu nadir dünya ülkelerinden biri oluvermişiz fark edemeden.

Gazeteler, dergiler kapatılmış, yazarları yaşadıkları ömürden fazla, yaşayabilecekleri yıllardan fazla seneleri bulan yıllarca hapis istemi ile hâkim karşısına çıkartılmışlar.

Demokrat İzmir Gazetesi, Yazı İşleri Müdürlüğü yaptığı dönemde, hakkında açılan 49 basın davası ile en az, 32 yıl 10 ay 3 gün, en fazla 97 yıl 9 gün hapis istemi ile yargılanan bir gazetecidir Şeref Bakşık…

O gazeteci olarak tarihe tanıklık etmiş, ama tarih yapan, tarihi yaşayan İsmet Paşa’nın yanında,12 Mart gibi siyasi sislerin Ankara siyasetinin semalarını sardığı bir dönemde,  CHP Genel Sekreteri olarak görev üslenmiş bir siyaset adamıdır.

O Suskun Toplum Yaratma çabalarına karşı çıkan şen kahkahalı sohbetleri ile tanınan bir İzmir Beyefendisidir.

Onun izinden gittiği gazeteciler de vardır, onun izinden giden gazetecilerde vardır İzmir’de…

Yeni Asır Gazetesi muhabiri Rauf Lütfi Aksungur ile köşe yazarı Murat Çınar bu tür gazetecilerdir. Onlar, bir katliam olayını yıllarca izlemiş ve tarihin insanlıkla ilgili sayfalarında yer almasını sağlayarak gazeteci olarak  tarih sayfalarında yer alanlardandırlar.

Birinci Dünya Savaşı günleri yaşanıyordu.

Yıl 1941.

Ekim’in 9’u.

Sakızlı adası dibinde bulunan Karyot Adası’ndan 14 erkek, 1 kadın Rum, İtalyan ve Alman baskısından, Nazi zulmünden kaçıp kurtulmak isteği ile İzmir’in Çeşme kıyılarına geldiler…

Kimse, kayıkla, sandalla mı yoksa yüzerek mi geldiklerini bilmiyordu.

Aç, susuz ve yorgundular.

Yaşları 20 ile 45 arasındaydı. Kadın 20 yaşındaydı. En gençleriydi. Ağabeyi ve babası ile birlikte mi gelmişti?

Yok, yok…

Kendisi gibi 20 yaşlarında görünen kıvırcık saçlı, sarı benizli, uzun boylu gençle içli dışlıydı. Başını onun omzuna dayıyordu sıklıkla.

Taşçukuru’nda hayvan damı olan Bodur Hüseyin, oğlu ile birlikte çobanlık yapardı. Boyu kısa olduğundan, “ Bodur” lakabı ile tanınırdı asıl adı Hüseyin Kaya olan Çoban Bodur Hüseyin, Rumca bilir ve kıyıya, karaya çıkanların devlete bildirilmesi yasa gereği olduğunu bilirdi. Bunu Adalardan gelen mülteciler de biliyorlardı.

Bodur Hüseyin, mültecileri ağılın yanına ağaçlardan yaptığı damda konuk etti. Ekmeğini, sütünü paylaşmış hatta bir oğlak kesip, ağılın yan tarafına ektiği domat, biber fidelerini son ürünlerini toplayıp, sofralar kurup ağırlamıştı konuk ettiklerini.

15 göçmen mültecinin moralleri düzelmiş, yaşama, baskısız bir hayata kavuşmanın verdiği düşünceyle seviniyorlardı. Yüzleri gülüyordu.

Bodur Hüseyin, mültecilere, oğlunu Barbaros Bucağı’na Jandarmaya göndereceğini durumu anlatmasını ve yardım isteyeceğini anlattı. Hayvanları vardı. Ota, çayıra götürmek gerekirdi hayvanları. Oğluna bırakamazdı hayvanları. O nedenle oğlu gitmeliydi. 15 kişi yola çıksalar azık erzak yetmezdi. Uzun saatler alırdı yol. Oğlu Rumca bilmez, yolda birileri ile karşılaşırlarsa dertlerini anlatamazlardı.

Hepsi ikna oldular.

Oğlu, Barbaros Bucağı’na vardı.

Jandarma Karakolu girişindeki nöbetçi tanıdı Bodur Hüseyin’in oğlunu. Devriye gezerken onlarca kez konuk etmişlerdi askerleri damlarında.

“Hayırdır? Bodor’un oğlu, hastalık falan yoktur inşallah.” Dedi nöbetçi er.

“Komutana bir diyesim var”

“De bana, ben söylerim.”

“Yok, kendisine demem gerek. Sen anlamaz, anlatamazsın. Karışık biraz.”

“Az ötede,  binanın sağ yanında meşe ağacı altında oturmaktadır, Karakol Komutanımız Âdem Yılmaz Onbaşım. Git ne diyeceksen de…”

Âdem Yılmaz 30 yaşlarındaydı. Askerliğini tamamlamıştı. Ama yasalara dayanarak teskere bırakmış Uzatmalı Onbaşı olarak askerliğini sürdürüyordu. Karakol Komutanlığına kadar yükselmişti.

Bodur’un Hüseyin Kaya’nın Oğlu’nun anlattıklarını Bucak Müdürü Mahmut Baştup’a iletti aynı gün.

Mahmut Baştup, Barbaros Bucağı’na 4 yıl önce Ödemiş PTT Havale memurluğundan atanmıştı. 46 yaşındaydı. 3 kez evlenmişti. Her karısından bir çocuğu vardı.

Savaş yıllarının yaratığı kaçgöç nedeniyle Çeşme kıyılarına sığınmaya kalkanlara kol kanat germiş, onların Türkiye’de kalmalarına yardımda bulunmuştur.

Bu yüzden İzmir Valisi Fuat Türksal’dan azar işitmiş, epeyce aşağılanmıştı. Vali bu göçmenlere sahip çıkma işini hoş karşılamadığını Çeşme Kaymakamı Halit Recai Süzen’in yanında birkaç kez tekrarladığından Kaymakam Halit Bey, Bucak Müdürü Mahmut Baştup’u sevmez, yakınlık göstermezdi.

Mahmut Baştup, bu bilinçle, bu düşünceler içinde Uzatmalı Jandarma Er Mehmet Kınık ile Mevlüt Acar’ı Bodur Hüseyin’in damına Taşçukuru’na gönderdi.

Uzatmalı Jandarma er Mehmet Kınık da, Mevlüt Acar da 27 yaşındaydılar. İkisi de askerlik hizmetleri bittiğinde teskere bırakmış, uzatmalı er olmuşlardı. Mehmet’in 2 çocuğu vardı. Mevlüt’ün çocuğu yoktu.  Mehmet Kınık, Mevlüt Acar’dan daha kıdemliydi.

Bodur Hüseyin’in hayvan damına geldiklerinde, göçmenlerin hepsini tek tek sorgulamaya kalktılar. Onlar Türkçe soruyor, Bodur Hüseyin söylenenleri Rumcaya çeviriyor, verdikleri cevabı Türkçeye çeviren Bodur Hüseyin’in ağzına bakıyorlardı. Üç beş göçmeni sorguladılar, aldıkları yanıtları bile anlamıyorlardı. Sakızlı adasından mı yoksa yanı başındaki Karyot adasından mı geldiklerini bile anlayamamışlardı. Göçmenlerin kimi yüzerek geldiklerini, kimi sandalla yola çıktıklarını yarı yolda sanallarının su alarak battığını Çeşme, Taşçukuru kıyılarına kadar kalan bölümü yüzdüklerini anlatıyorlardı.

Askeri kıdem olarak daha önde bulunan Jandarma Uzatmalı er Mehmet Kınık, arkadaşı Mevlüt Acar’ı mültecilerin başında bırakıp bucağa döndü. Gördüklerini ve sorgulamada elde ettiği bilgileri önce Komutanı Onbaşı Âdem’e anlattı. Âdem;

“Haydi, gidip Bucak Müdürüne anlatalım durumu” dedi. Gittiler.

“Yarın yola çıkar gider alırız mültecileri Taşçukuru’ndan” dedi Bucak Müdürü Mahmut Baştup.

15 kişiyi orman yolundan getirmekte zorluklarla karşılaşacaklarını düşünen Mahmut Baştup, gidecekler arasına Karakol Komutanı Âdem, Jandarma eri Mehmet Kınık’tan başka, kır bekçileri Şerif Aktaş ile Recep Avcı’yı da ekledi.

Şerif Aktaş 30 yaşlarındaydı. 5 çocuğu vardı. Nohutalan Köyü Kır Bekçiliği yapıyordu. Bucak merkezine maaş almaya gelmişti. Öteki Kır Bekçisi Recep Avcı, Alanköy Kır Bekçisi idi geçici görevle Bucak Merkezine çağırılmıştı.

Jandarma Komutanı Onbaşı Âdem Yılmaz, Bucak Müdürü Mahmut Baştup’un çok yakınıydı. Bucak Müdürünün verdiği emirleri, kanuna uygun olsun, olmasın tartışmaz, düşünmeden uygulardı.

Ertesi sabah Ezan sonrası yola çıktılar. Taşçukuru’na vardıklarında güneş tepeye ulaşmıştı. Öğlen olmak üzereydi. Keçilerin toplandığı ağılın dağ yamacındaki derme çatma Çalı, çırpı odundan yapılmış Bodur Hüseyin’in damına yaklaştıklarında mülteciler koşarak sevinçle karşıladılar gelenleri. Ayaklarına kapandılar. İstavrozlar çıkararak, yaratana dualar ettiler. İlticalarını kabul edildiğini sanıyorlardı. Kurtulmuşlardı. Seviniyorlardı.

20 yaşındaki esmer Rum güzeli, kıvırcık saçlı sarı benizli, uzun boylu Rum gencin boynuna sarılıyordu.

Bucak Müdürü Rumca biliyordu. Nereden nasıl geldiklerini sordu. Mülteciler , hep bir ağızdan söylenmeye başladılar. Ne söyledikleri anlaşılmıyordu. Bucak Müdürü ellerini kaldırdı. Susturdu hepsini. Sol iç cebinden bir zarf çıkardı.

Zarftan çıkardığı kâğıt parçasını mültecilere göstererek mültecilerin geri gönderileceğini, bunun Hükümet emri olduğunu söyledi.

Yanında gelenlere seslendi;

“Bağlayın bunların ellerini, ormanlık alana kaçmasınlar.”

Aralarında 3 asker vardı ve sadece 3 kelepçe. Geri kalan 11 kişinin ellerini iple bağlanması gerekiyordu ama yanlarında kelepçe getirmedikleri gibi ip de getirmemişlerdi. Bodur Hüseyin’den ip istediler.

“İp Yok “ dedi Bodur Hüseyin,  “Hepsi Hayvanların boynunda. “

Bucak Müdürü üstüne yürürdü Bodur Hüseyin’in. Bağırıp çağırdı. Hayvanlardan ipleri çözüp getirmesini istedi.

Getirilen ipler 10 kişinin ellerini bağlamaya yetmişti. Kız mültecinin ellerini bağlayamadılar.

Serbest bıraktılar ellerini.

Bucak Müdürü tabancasını eline almıştı. Jandarma erleri ve kır bekçilerine silahlarına mermi sürmelerini emretti.

“Sakın kaçmaya kalkma vururuz” diye tembihlediler.

Önde Bucak Müdürü ardında Jandarma Komutanı Onbaşı Adem onların ardında tek sır 15 mülteci ve onların ardında Jandarma erler ile kır bekçileri Kokar Limanı’na doğru yola çıktılar.

O dönemde Çeşme’ye ulaşan mültecilerin yurt dışına çıkarılma işlemleri Kokar Limanı’ndan yapılıyordu. Yolu iyi bilir diye Bodur Hüseyin’i de yanlarına alıp, hayvanlara ve ağıla dama sahip çıksın diye, Bodur Hüseyin’in oğlunu Taşçukuru Mevkiinde bıraktılar.

Önde Bucak Müdürü en arkada Kır bekçilerini de gözetimini yapan Jandarma Mevlüt Acar ile birlikte 23 kişilik kafile Gönmesu denilen çeşme başına gelince Bucak Müdürü’nün emri ile istikamet değiştirip, Kıran Dağı’na doğru yürümeye başladılar.

İncirlikuyu mevkiinde mola verdiler. İncirlikuyu insanların su ihtiyacını karşılamak için açılmış bir kuyu değil, doğal bir mağaraydı. Derinliği o kadar fazlaydı ki, daha sonuna kadar giden olmamıştı. Çobanlar, kış aylarında bu mağarada saklanırlardı. Su ihtiyaçlarını gidermek için dağdaki bir kaynaktan gelen suyun yönünü İncirlikuyu Mağarası‘na çevirmiş, oraya bir çeşme ve hayvanlar su içsin diye de bir yalak yapmışlardı.

O yıl Ramazan ayı, Eylül ayına denk gelmişti. Müslümanlar oruçluydular ama mülteciler susamışlardı. Su içebilmeleri için ellerini çözmek gerekiyordu. “Olmaz “ dedi Bucak Müdürü. “Yalaktan içsinler.”  

İncirlikuyu taş çeşmesinden bilek kalınlığında buz gibi su akıyordu. Hayvanlar için yapılan yalaktan içtiler suyu mülteciler. Çeşme başına çöküp oturdular.

Bucak Müdürü orman içine doğru yürüyüp 10- 15 adım ileride meşe ağaçları ardına çağırdı Jandarma Komutanı Âdem Yılmaz’ı. Bir süre aralarında konuştuktan sonra diğer Jandarma ve kır bekçileri ile Bodur Hüseyin lakaplı Çoban Hüseyin Kaya’yı da çağırdılar.

Bucak Müdürü Mahmut Baştup, cebinden sakladığı bir zarftan çıkardığı daktilo ile yazılmış bir kâğıdı göstererek “Bu bir hükümet emridir. Bunların hepsinin öldürülmesi lazımdır“ diyordu.

Jandarma Eri Mehmet Kınık;

“Ben oruçluyum. Bu mübarek günde değil insan, bir kuş bile vurmam” diyerek itiraz etti. Diğer Jandarma erleri ile kır bekçileri de kimseyi öldürmek istemediklerini söylediler. Bodur Hüseyin çobandı silahı bile yoktu.

Bucak Müdürü emrin dinlenmemesi karşısında kızmış köpürmüş, silahını çekmiş tabancasını karşısındakilerin göğüslerine dürtüyor, “Siz onları vurmazsanız, ben sizi vuracağım.”  Diyordu.

Uzatmalı Jandarma er Mehmet Kınık, göğsüne dayanan tabancadan kurtulmak için bir adım öne fırlayarak Bucak Müdürü’nü yan tarafa itti.

Silahını çeşme başındaki yalağa dayadı, hızlı adımlarla orman içine doğru yürüdü. Mehmet Kınık 120 adım kadar uzaklaşmıştı bir el silah sesi duydu. Ardından bir daha, bir daha. Silah seslerini saymaya başladı.

”Hepsini öldürecekler. Geri dönüp engel olmalıyım“ diye geçti içinden.

Geri döndü Rum kız hariç 14 mülteci vurulmuştu.

Bucak müdürü delil kalmasın diye mültecilerin bileklerinden kelepçelerin çıkartılmasını istedi.

Bodur Hasan, duyulur duyulmaz sordu Bucak Müdürü’ne;

“Benim hayvanların ipleri ne olacak?”

 “Bana ne senin iplerinden?” dedi Müdür.

Bodur Hasan, orman içlerine kaçarken Mehmet Kınık’ın çeşme yalağına dayadığı silahı gördü. Gitti silahı aldı. Aklı sıra iplerini geri alacaktı. O sırada kelepçeleri sökmeye çalışan Jandarmalardan biri Rum göçmen kızın yakınlık gösterdiği 20 yaşlarındaki genç sarışın Rum’un ölmediğini fark etti. Hemen elindeki silahı ateşledi genç Rum’u öldürdü. Rum genç kız çılgınlar gibi saldırdı Bodur Hasan’a. Saçılarını sakallarını yolmaya çalışıyordu. Mehmet Kınık kızı muhacirlerin elinden kurtarmak amacıyla tuttu. Bucak Müdürü;

“Al bunu götür orman içine başında bekle geleceğim ben”  dedi.

Bir süre sonra Bucak Müdürü geldi.

“Sen dön geriye ben bunu sorgulayacağım. Âdem Yılmaz’a söyle, ölenlerin iplerini çözüp Bodur Hasan’a versin işi bittiğinde gelsin buraya” dedi.

Bir süre sonra Âdem Yılmaz verilen emri yerine getirip, Bucak Müdürünün yanına gitti. Kıza sırayla tecavüz ettiler.

Jandarma Komutanı ile Bucak Müdürü çeşme başına gelip, herkesin bu işe bulaştığını, bu işle ilgili konuşan olursa suçun sesini çıkaranın üzerine atılacağını söylediler. Mültecilerin cesetleri üzerinde ne var ne yoksa topladılar. Cesetleri İncirlikuyu’nun derinliklerine attılar. Akşam basmak üzereydi, toparlanıp Barbaros Bucağına doğru yola çıktılar.

Çeşme’nin tüm limanlarında, balıkçılar, Karyot Adasından birkaç mültecinin sandalla Türkiye’ye gelirken sandallarının battığını, sandaldakilerin sonunun ne olduğunu bilmediklerini konuşuyorlardı.

Çeşme Jandarma Karakol Komutanı Uzatmalı Onbaşı İsmail, balıkçılarla birlikte sahilde arama yapıyordu.

Barbaros Bucak Müdürü Mahmut Baştup, Barbaros bucağı Jandarma Karakol Komutanı onbaşı Âdem Yılmaz’ı çağırarak orta yerde delil kalmamasını, yanına bir teneke gaz yağı alarak mültecilerin cesetlerini yakıp ortadan kaldırması gerektiğini söyledi.

Âdem Yılmaz, Jandarmaları ve kır bekçileri ile birlikte İncirlikuyu mağarasına geldiler. Mağara içinde cesetleri yaktılar. 15 cesedi yakmaya bir teneke gaz yetmemişti. Çeşme başından aşağıya doğru sık ormanlık alana giden yönde çeşme başından görünmeyen uzak bir yerde açacakları çukura cesetleri gömmeye karar verdiler.

Öyle yaptılar.

15 ceset açılan çukura gömüldü. Üstü dallarla yapraklarla çalılarla kapatıldı. Ayak izlerini çalılarla sildiler.

Çeşme Jandarma Komuta İsmail’in aramaları bir sonuç vermedi. Konu kapanmıştı.

Mültecilerin öldürülmesine isteyerek ya da istemeyerek katılanlar yaptıklarının bir hükümet emri olduğu inancıyla susuyorlardı.

Askerler terhis olmuştu. Bucak Müdürü Ödemiş’e tayinini istedi.

Aradan 2 yıl geçti. 1943 yılının Mart ayında, tarih sayfalarında adına yer verilmeyen, olaya karışanlardan biri vicdan azabı çekerek Çeşme Jandarma Komutanlığına olayı ihbar etti. Dava dosyası yeniden açıldı.

29 Mart 1944 tarihinde duruşmalara başlandı.

İzmir adliyesinin önü çok kalabalıktı. Yargılananları linç etmek istiyorlardı.

Mahkeme Reis’i Ekmel Kavur, aza Abddurrahman Bir, Kadri Karafakioğlu, Savcı Ferruh Adalı ile Şahap Gürsel’den meydana gelen İzmir Ağır Ceza Mahkemesi’nde yargılananların isimleri şöyleydi:

Mahmut Baştup, Adem Yılmaz, Mehmet Kınık, Mevlüt Acar, Mustafa Öztaş, Şerif Aktaş, Recep Avcı ve Hüseyin Kaya.

Bucak Müdürü Mahmut Baştup ile Barbaros Jandarma Karakol Komutanı Âdem Yıldız mahkeme tarafından İdam Cezası ile cezalandırıldılar. Mehmet Kınık hariç diğer suçlular, ölüm cezasına çarptırıldılar. Ancak hafifletici nedenleri göz önünde bulunduran mahkeme bunları 30’ar yıl hapis cezası ile cezalandırdı. Mehmet Kınık Beraat etti.

Bucak Müdürü ile Jandarma Komutanının idam cezaları 2 Temmuz 1945 Pazartesi günü sabaha karşı Konak Meydanı’nda yerine getirildi.

Yeni Asır Gazetesi tarafından takip edilen bu olayların takipçisi Rauf Lütfi Aksungur olayın gelecek kuşaklara aktarılmasını sağlayan gazeteci olarak tarih sayfalarında yerini aldı.

2 Nisan 1944 günü Yeni Asır köşe yazarlarından Murat Çınar “lanet” başlıklı yazısında şöyle diyordu:

“Türk milletinin, dünyaya geldiği günden beri sadık kaldığı ve daima insanlık icabı olarak kabul ettiği bir ahlak düsturu vardır. Aman’a kılıç çekilmez, mültecinin kanına girilmez. Bunlara lanet.”

Bu mülteci katliamı Davasını “Yeni Asır’ın İzmir Yılları” adlı araştırmasına alan Türkmen Parlak, tarihe tanıklık edenlere ışık tutarak İzmir’deki mülteci katliamını ve sonuçlarını gelecek nesillere aktaran gazeteci kimliği ile unutulmayanlar arasında yer aldı. Aynen Demokrat İzmir Gazetesi yazı İşleri Müdürü Şeref Bakşık gibi…

Yazılı olmayan toplumsal kurallar arasında, suskun toplum yaratma arzularına önce İzmirliler, İzmirli gazeteciler karşı çıkmışlardır.

Yaşadıkları dönemin tanıkları ve kimsesizlerin dert ortağı, dostu, yakını gazetecilerin kentidir İzmir.

YORUMLAR

  • 1 Yorum
İLGİNİZİ ÇEKEBİLİR x
MANİSA LALESİNİ KOPARANA 387 BİN LİRA CEZA
MANİSA LALESİNİ KOPARANA 387 BİN LİRA CEZA
İZMİR ÜÇÜNCÜ, BİNGÖL SONUNCU
İZMİR ÜÇÜNCÜ, BİNGÖL SONUNCU