AH BE HULUSİ..


Darbe girişiminde ne rol oynadığını henüz öğrenemediğimiz Milli Savunma Bakanı Hulusi Akar’dan söz etmeyeceğim.

Onu allaha havale ediyoruz.

Dün kaybettiğimiz 40 yıllık arkadaşım Hulusi Tunca’nın ardından birşeyler karalamak istiyorum.

Tunca’yı çoğu kişi  efsane dergi Hey’in yayın yönetmeni olarak tanır.

Son yıllarda özellikle 70 leri anlatan kitaplar yazıyordu.Tabii bir de bizim Roll Life dergisi’ne nostaljik yazılar..

En son telefonla görüştüğümüzde, “Dergi yazarlar toplantılarına katılamıyorum.Arkadaşları tanımak isterdim”diye serzenişte bulundu.

“Merak etme bir toplantıyı İstanbul’da yapacağız.Şubat 2019”deyince sesinden bile anladım nasıl mutlu olduğunu.

”O zamana kadar yeni kitabımda çıkar”diye ekledi.

Benden de yazı aldığı yeni kitabını göremeden aramızdan ayrıldı.Pavlonya Grubu arkadaşlarından Behiç Günalan onun arkasından şu güzel satırları paylaştı sosyal medyada..

“Hulusi bir kadifeydi. Yumuşacıktı… 
O bir enerjiydi; ruh ışıltısıydı… 
Bir Mona Lisa gülümsemesiydi, hep gülümser; 
gülümsemesi çok da yakışırdı.
Şakacı, mizah ve ironisi çok yüksekti.
Arkadaştı, arkadaş canlısıydı, 
yorulmaz bir sevgi emekçisiydi.
Yazmayı seven, yazan hem de güzel yazan, 
ve nesli tükenmekte olan gerçek bir daktilo adamıydı”


Hulusi 50 yıldır yazılarını daktilo ile yazan gerçek bir basın emekçisiydi.Mesleğe nasıl başladığını ondan dinleyelim dilerseniz..

“3 Ağustos 1983 yılında Milliyet Yayınları'nın kapısından içeri girdiğimde serüvenimin böyle inişli çıkışlı ama bir o kadar da neşeli ve kederli olacağını bilmiyordum...Gazetecilik Babıali'yi terk eden son nesille birlikte tarih oldu... Bunu kabullenmek gerek...

Oysa her şey ne güzel başlamıştı...Nasıl mı? İşte böyle...

Marmara Üniversitesi Basın Yayın Yüksekokulu’nda birinci yılım geride kalmış… Rahmetli babam bir akşam, “Yarın seni bir yere götüreceğim…” dedi. Bizim zamanımızda babalara “Nereye?”, “Neden?”, “Nasıl?” vs. gibi sorular sorulmadığından ertesi sabahı dar ettim.

Sabah erkenden babam önde, ben arkada kendimi Cağaloğlu yokuşunu tırmanırken buldum kendimi… İstanbul Milli Eğitim Müdürlüğü’nün oradan sola saptık ve büyük bir binanın önüne geldik. Prof. Kazım İsmail Gürkan Caddesi’nde, hemen Kızılay binasının karşısında yer alan Milliyet Yayınları binasından içeri ilk kez giriyordum.

Doğan Şener’in kurucusu olduğu Hey dergisinde çalışacaktım o yaz… Tabii öncelikle kendimi kanıtlamam gerekiyordu. Önüme bir daktilo kondu, bir de Billboard dergisi… Yeni çıkanlar bölümünde toplasanız üç satırlık bir bölümü çevirmemi istemişlerdi.

Dün gibi hatırlıyorum… Grubun adı Men Without Hats’di… “The Safety Dance” adlı 45’likleri listelere hızlı bir giriş yapmıştı. Grup Kanadalı idi ama üyelerden bazıları Polonya göçmeniydiler… Nasıl mı bu kadar iyi hatırlıyorum? Bakın nasıl?..

Birkaç satırlık çeviriyi yaptıktan hemen sonra, kâğıdı daktilonun şaryosundan havalı bir şekilde çıkartarak Doğan Ağabey’in odasına seğirttim. Hafiften titreyerek ama bir o kadar da gururlu bir şekilde birkaç satırlık çeviriyi kendisine uzattım. Şöyle bir baktı… Kâğıdı buruşturarak çöpe attı ve “Olmamış… Bir daha yaz!..” dedi.

Vay anam vay… Nasıl olmamış? Neresi olmamış? Neden olmamış? Kafamda bir sürü soru döndüm tekrar daktilonun başına… Taktım bir boş kâğıt daha… Bir dergiye bakıyorum, bir de boş kâğıda… Üç satır bir şey… Belki üç tane cümle… Yani, bunu ne kadar yanlış çevirebilirsiniz ki?..

Bir iki cümle daha ekledim. Sağlam bir paragraf olmuştu artık… Tekrar gittim Doğan Ağabey’in yanına… Şöyle bir baktı, “Biraz kısa olmuş. Şuralarını uzat. Bak şurada da devrik cümle kullanmışsın. Şunu şöyle yap, bunu böyle yap!” derken, kırmızı, mavi ve siyah tükenmezlerle sildiği, çizdiği kâğıt adeta bir haritaya dönmüştü.

Velhasıl kelam, aşağı yukarı sekiz defa filan gittim Doğan Ağabey’in odasına… En sonunda o üç satırlık çeviriden tam sayfa bir yazı çıkartmıştım. O Polonyalı grubun göçmen olarak yaşadığı dramı, neden “Şapkasız adamlar” adını aldıklarını ve daha bir sürü şeyi anlatmıştım. Bu arada diğer yayınlara bakmış, zaman zaman da hayal gücümü kullanmıştım. Zaten işin sihri de buradaydı.

Doğan Ağabey, en son kâğıda baktı ve “Tamamdır mösyö!” dedi, “Olmuş… Baskıya hazır…” Sonra gülerek, koluma girdi ve beni Hey’in kadrosuyla tanıştırdı. Serap Parlak, Ali Çınar, nurlar içinde yatsın Fikri Ayyıldız ağabeyim ve diğerleri..

“Hulusi…” dedi Doğan Ağabey, “Bu delikanlı sana emanet… Boş kalmasın, çok çalıştır…” İşte o an Fikri Ayyıldız ile tanıştığım ilk andı… Hey’de geçen sonraki günlerimde ekip olarak çok şeyler yaşadık, paylaştık… Güldük, ağladık, sevindik, üzüldük”

Ah be Hulusi.Çok erkendi..Daha çok şeyler yaşayacak ,paylaşacaktık. Gülecektik,ağlayacaktık,sevinecektik,üzülecektik

Mekanın cennet olsun..Işıklarda uyu..