Mark Wentworth ve renk dünyası


Uzun bir süredir gelmesini beklediğim İngiltere'deki dünyaca ünlü Renk Terapisi Eğitim Okulu kurucusu ve direktörü Mark Wentworth ile dün buluşmamızı gerçekleştirdik. Güzel ve renkli bir kafenin üst katında ılımlı bir ortamda buluştuk. Başta sesim kısık çıksa ve heyecandan konuşamasam da Mark’ın cidden rahatlatıcı ve samimi tarzı benim de açılmamı sağladı ve baştaki halime zıt olarak çok daha özgüvenli, rahat bir şekilde

konuşabildim.

Başta yazıma odaklanarak konuştuk, bana yazımın fikrini nereden esinlendiğimi, gerisinin gelip gelmeyeceğini, neden mavi rengi seçtiğimi ve renkleri görebilmenin nasıl bir duygu olduğunu. Bu konuşmalardan sonrasında daha çok birbirimize sorular sorduk fakat rastgele konulardan sorular sorduk ve birbirimize iyice ısındık.

Bana bir kitabından vereceğini ve yazımın devamını da okumak isteyeceğini, bırakmamam gerektiğini söyleyen öğütler verdi. İkimiz de farklı yerlerden olsak da onu çok önceden tanıyormuş gibiydim, aynı pencereden baktığımız için birbirimizi anlayabiliyorduk, daha kelime ağzımdan çıkmadan anlayabiliyordu ve bu yakınlık hoşuma gitti çünkü böylesine bir bağ kurabileceğimiz aklıma gelmemişti.

Ona çeşitli sorular sordum, mesela kolundaki bilekliğin ve boynundaki kolyenin anlamları, siyah-beyazın renk olup olmadığı hakkındaki görüşleri, renklerin insanlarda uyandırdığı hisleri ve renklerin neden bir nesneyle sınırlandırıldığı ile ilgili. Mesela, kötü hep siyah, beyaz hep iyi olarak gösteriliyor, neden? Ya da, kırmızıyı gördüğümüzde çoğu kişinin aklında aşk geliyor, neden mavi aşk anlamına gelmiyor?

Bir konu üzerinde o kadar uzun süre durmadık, konudan konuya atladık. Fakat çoğunluğu birbirimizi tanımak ve olaylara bakış açılarımızı görmek içindi. Üzerinde en çok durduğumuz konu renklerin çağrışımı ve insanların onları nasıl gördükleriyle ilgiliydi. İnsanlar renkleri sorgulamıyordu çünkü siz doğduğunuzda da oradalar ve öldüğünüzde de orada olacaklar, kimse bunu sorgulamıyor ve olanı kabul ediyor.

Bunların dışında pembenin ‘kız rengi’ ve mavinin ‘erkek rengi’ olması konusunda tartıştık, bu renklerle olan cinsiyet ayrımının nasıl ortaya çıkmış olabileceğini sordum. O da bana bununla ilgili bildiği hikayelerden birini anlattı.

Eskiden Çin’de giymesi en pahalı renklerden biri maviymiş ve en ucuzlardan biri de pembeymiş. Eğer birileri evleniyorsa, erkeğin ailesi kızın ailesinden erkeği mavi giydirmek için para alıyormuş ve kızlar pembe giydiriliyormuş.

Duyduğu birkaç hikaye daha varmış fakat bu en çok sevdiğiymiş.

Ayrıca bahsettiğimiz bir konu da insanların renkleri sorgulamaması oldu. Bunun için uğraşmıyorlar fakat seçimlerini bile renk belirliyor. Mesela aldıkları kıyafet, yedikleri yiyecekler… Mesela Mark hardalı çok seviyor fakat hardal mor veya kahverengi olsa yemeyeceğini söylüyor. Mor olsaydı insanlar domates veya çileği o kadar tüketmezdi, ya da hardalın ambalajı neon pembe olsa kimse almazdı.

Mark ile bir buçuk saat boyunca konuştuk, zamanın nasıl geçtiğini cidden anlayamadım. Cidden çok içten ve sıcak bir adamdı. Konuşma bittiğinde aramızda yaş olduğunu unuttuğunu ve onunla aynı yerden bakabildiğim için oldukça mutlu olduğunu söyledi. Ben de aynı şeyleri hissediyordum çünkü konuşurken hiç ‘çocuk’ olduğumu düşünmemiş ve teorilerini paylaşmıştı. Ayrıca onu gördüğüm an bir yabancı gibi gelmemişti ve ağzından çıkan ilk kelimede uzun süredir tanıdığım birkaç kişiden daha çok güvendim ona.

Benimle bu sohbete girdiği ve buraya kadar gelmiş olması çok güzel. Bir daha gelmesini isterim, iletişimi bırakmamayı da isterim. Benim tarafımdan bakabildiği ve geldiği için teşekkürler.