Phuket, Tayland, Kaplan Krallığı..


Phuket, Tayland, Kaplan Krallığı..

Port Klang, Kuala Lumpur, Malezya

38- PORT KLANG, KUALA LUMPUR, MALEZYA. 020 98’ Kuzey Enlemi, 1010 35’ Doğu Boylamı

3.4.2019 Port Klang limanı. Burası bir sanayi limanı ve liman çevresinde oluşmuş bir kasaba. Görülecek bir şey yok. Hatta liman dışına çıkmak için bile 2 km kadar mesafeyi kat etmek gerekiyor. Malezya'nın başkenti Kuala Lumpur en iyi ihtimalle bir saatlik mesafede ve kalabalık nüfusu ve yoğun trafiği bulunan büyük bir şehir. Ayrıca burası çok da gelişmemiş bir doğu ülkesi. Akşam 17.30 da gemiye dönmemiz gerekiyor. Bu nedenle dışarıda araç arama yerine en az iki misli pahalı olduğunu bilmemize rağmen gemimizin turunu satın alıp onunla Kuala Lumpur'a hareket ediyoruz.

Gerçekten etrafta düzenli bir otobüs ya da tren seferi göremedik. Yol kenarları fakir ülkelerde görülecek tarzda derme çatma evler ve işyerleri ile doldurulmuş ve çok da temiz bir görüntü yok. Trafik tahmin ettiğimiz gibi yoğun, şehir ise büyük bir metropol. Bir saat kadar sonra asıl merkez göründü. Bir çanak şeklindeki çok büyük bir alan devasa gökdelenlerle doldurulmuş. Belirli bir merkezde kümelenme yok. Yeşil alanlar yok denecek kadar az, her taraf imara açılmış ve binalarla doldurulmuş.

Bir zamanlar dünyanın en yüksek binası olan Petronas İkiz Kuleleri önünde otobüsümüz park etti. Türkiye'de hazırladığım bilgi notlarına ve buradan aldığımız şehir haritasına göre gezeceğimiz yerler şehrin değişik bölgelerinde ve dağınık şekilde. Otobüsten inerken saat 10.30 olmuştu ve rehberimiz dönüş için 14.15 saatini belirledi. Çok az vakit ve gezilecek devasa bir şehirde birçok nokta var. Yoğun ve düzensiz trafik ve karmakarışık yollar da işin çabası.

Önce Petronas Kuleleri tepesine çıkmak istedik ancak önümüzdeki iki saatlik periyotun biletleri tükenmiş ilk çıkış saat 13.00 de. Bu nedenle vazgeçtik. Gezi listemizdeki noktalardan birisi olan modern şehir merkezine hemen önümüzden giden otobüs olduğunu öğrenince ilk olarak oraya gitmeye karar verdik. Ancak umduğumuz bir orijinal manzara ile karşılaşmadık. Burası modern gökdelenler ve alışveriş merkezleri ile dolu. Türkiye dahil dünyanın her büyük şehrindeki klasik bir bölge.

Bu nedenle hemen buradan ayrılmaya karar verdik, hedefte tarihi merkez olan Mardeka Meydanı ve Jamek Mescidi var. Fakat bugün şansız günümüz. Yolu bir türlü bulamadık. Resmi görevliler dahil birçok kişiye sormamıza ve üstüne hem metrodaki görevliye hem de tren içindeki çok kibar davranan gençlere sormamıza rağmen bizi Mardeka Meydanında değil Mardeka Stadyumunda indirdiler. Oradan yarım saatlik bir yürüyüş ile en sonunda Mardeka Meydanına ulaştık. Yol boyunca gördüğümüz sokaklar ve mahallelerde kayda değer bir şey yoktu.

Aslında meydan da bana pek matah bir yer olarak gelmedi. Bizim Taksim Meydanı gibi. Yanında yoğun bir trafik, etrafında birkaç tarihi bina, ortada betondan bir alan, devasa bir bayrak gönderi etrafında tarihi liderlerinin resimleri sıra sıra asılmış. Beton bölümün önünde ise iki futbol büyüklüğünde dümdüz çimlik bir alan. Ağaç yok. Çim alanın etrafı ve yol kenarları bariyerlerle kapatılmış yeni bir alan düzenlemesi yapılıyor. Bu nedenle yürümek ve bir yerden bir yere geçmek bile zor.

Jamek mescidi yakın bir yerde olmalı. Zor bela onu da bulduk. Öğlen namazı vakti. Caminin vaizi, yüksek bir hoparlör sesi ile vaaz ediyor. Burası beyaz mermerden yapılmış tek katlı ve yan yana birkaç binadan oluşmuş bir mescit. Namaz kılınan asıl bina oldukça küçük. Çok sade şekilde bırakılmış. Duvarlarında ve kubbesinde hiçbir süsleme yok. Dışarıdan baktığında da bir süsleme görülmüyor. Sadece çatı kısmı ile birleşen yerlerde duvarların üst kısımları dantel şeklinde girintili çıkıntılı yapılmış. Dış bahçeye girerken kibar tavırlı cami görevlisi ayakkabılarımızı kendi yanında çıkarmamızı, asıl giriş yerinin pek güvenli olmadığını söyledi. Onun verdiği terlikleri giydik, yerler temiz ve mermer ile kaplı. Namaz kılınan kısımlar gelince terlikleri çıkardık.

Öğlen namazı için cemaat toplanmaya başlıyordu. Hoca, tam orta yerdeki kürsüden vaazına devam ediyordu. İç bölümün küçüklüğünden ve kıbleye göre enlemesine yapıldığından kadınlar bölümü erkeklerin arka tarafında değil hemen bitişik yan tarafındaydı ancak ayrı bir bölüm olarak düzenlenmiş ve giriş kapısı ayrıydı. Biraz hocayı dinledik, daha sonra dışarı çıktık. Hacca giden Temel'in oradaki ezan ve namaz dualarını dinledikten sonra dediği gibi; "vaaz, aynı bizimkiler gibiydi."

Çıkış yaptığımız taraftaki bir bölümde, genelde Müslüman olmayan ülkelerin dillerinde yazılmış Kur'an mealleri sıralanmış. İspanyolca, Fransızca, Çince, Taylandca, Japonca, Korece gibi.

Metroya doğru yürüdük. Dönüş saatimiz yaklaştığı için bu kez daha titiz davrandık. Doğru metro hattı ile tekrar Petronas Kuleleri bölgesine döndük. Aslında burası da modern gökdelenler ve alışveriş merkezleri ile dolu. Zaman doldurmak için etrafta aylak aylak dolaştık. Daha sonra otobüs ile gemiye yine bir saatlik bir yolculukla geri döndük. Yol üstünde büyük kubbeli ve süslü bir cami dışında özel bir bina ya da bölge görmedik.

Gemimizin olduğu terminale geldiğimizde kalkışa daha iki saat vardı. Hiç olmazsa burada şansımız yaver gitti. Yerel hediyelik ürünler satan stantlarda bol ve çeşitli ürünler vardı, alışveriş yaptık ve serbest wi-fi olduğu için rahatça internete girdik.

Sonuç olarak, Malezya ziyaretinden hiç memnun kalmadım. Boşa geçmiş bir gün gibi geldi bize. Ancak yine de haksızlık yapmayalım. Hiç olmazsa Malezya'yı ve başkenti Kuala Lumpur'u yaya veya araç içinde birkaç saatliğine de olsa görmüş olduk. Yoğun Singapur iki gününden sonra ve daha da yoğun geçecek Phuket iki gününden önce, burası sakin bir liman gezisi oldu.

Phuket, Tayland, Kaplan Krallığı, Randevu Evi Gezisi, Phi-Phi Adaları, Denizanası Saldırısı

39- PHUKET, TAYLAND. 070 52’ Kuzey Enlemi, 980 23’ Doğu Boylamı

4.4.2019 saat 12.00 sularında Phuket önlerine ulaştık. İlk gördüğümüz kara parçaları, Phuket önlerindeki birkaç ada idi. Bu adaları teğet geçerek hem geniş bir şekilde hem de uzunlamasına kara içine giren büyük körfeze demir attık.

Etrafımız, büyüklü küçüklü mavi ve pembe renkli deniz anaları ile çevrili. Geminin her iki yanından estetik hareketlerle yüzerek geçip gidiyorlar. En üstleri yuvarlak daire şeklinde bir çanaktan oluşuyor. Bu çanağın alt ortasından ikili üçlü kalın bacaklar çıkıyor ve bağlı oldukları çanağın yaklaşık yarıçapı bir uzunluktan sonra her birinin en alt tarafları bir enginar gibi büyüyerek açılıyor ve sanki bu bacaklar o noktada birleşmiş gibi görünüyor. Aslında birleşmiyor ve aralarında birer boşluk kalıyor. Genişleyen bu kısımları ise birer dantel gibi kıvrım kıvrım. Yine çanağın tüm alt yüzeyinden ki buna en kenarları dahil daha uzun ve ince bacaklar çıkıyor ve bunların uzunluğu ortadaki kalın bacakların iki misli kadar. Bunlar daha esnek ve denizin içinde salınıyorlar. En üstteki çanağın dış kenarları dahil tamamı büzülüp açılarak ve yelpazelenerek bu canlının hareket etmesini sağlıyor. Uzun ince bacakları ise bağlı oldukları tepedeki çanaktan bağımsız şekilde hareket ediyor.

Büyük gemilere uygun iskele olmadığı için direk karaya bağlanamadık ve geminin botları ile karaya taşınmaya başladık. Bizden önce demir atan bir Norveç gemisi karaya daha yakın demir attığı için biz onun biraz daha açığında kaldık. Burası, Botang Plajı. Phuket yarımadasının doğu kıyısında asıl Phuket kasabası yer alırken biz aynı yarımadanın batı kıyısındayız. İkisi arasında yaklaşık 30 km var. Plaj olarak burası daha iyiymiş. Botla karaya ulaşmamız yaklaşık 20 dakika aldı.

Ormanlarla kaplı tepeler denize kadar geliyor ve dar sayılabilecek bir kıyı şeridinde kalabalık ve hareketli insanlar, düzensiz şekilde sıralanan sık binalar arasında 5 tane çok büyük ve yüksek otel, denize paralel giden sahil yolunda yoğun araç trafiği hemen gözümüze çarpıyor. Plaj en az 5 km boyunca uzanıyor, kirli sarı çok ince kumlu kumsalın genişliği en az 50 metre civarında. İki ayrı tekne iskelesi, gel git olayı nedeniyle karadan en az 100 metre kadar denize uzanmış. Ertesi gün akşam saatlerinde son olarak bu iskelede yürüdüğümüzde denizin yine en az 50 metre kadar çekildiğine tanık olduk.

Plaj çok kalabalık. Denizde yüzen insanlardan çok tozu dumana katmış gibi köpüklü suları etrafa saçan ve denizi sert bir şekilde yararak muazzam hızlarda ilerleyen jet skilerin fazlalığını izliyoruz. Kumsalda yatan insanların bazıları özellikle beyaz tenli batılılar, kızgın ekvator güneşinde ya kızarmış ya da kararmış. Sarı ırktan değişik milletlere ait Uzakdoğulular çok fazla sayıda. Hangi devlete ait olduklarını anlayamıyoruz. Ara ara bir nedenle konuştuklarımızın Japon, Çinli, Vietnamlı, Koreli olduğunu öğrendik. Hintliler ise aileler halinde geziniyorlar. Yoğun bir Müslüman nüfus göze çarpıyor. Tayland genelindeki Müslüman oranı %20 civarındaymış. Burası Müslüman Malezya'ya yakın olduğu için sanırım oran buralarda daha fazla.

Burada bir gece iki gün kalacağımız için rahat hareket ediyoruz. İkinci gün yüzme ve şnorkel için tekneyle adalara gitmeyi planladık, bugün ve bu gece bu kıyıda olacağız. Sahil yolunda yürürken, bir başka Türk ailenin tavsiyesiyle yarın için Phi Phi adaları turu satın alıyoruz. Satıcılar bir kadınla erkek ve kardeş olduklarını söylüyorlar. Erkek çok sevimli, cana yakın ve konuşkan. Devamlı gülerek bir şeyler anlatıyor. Ancak, İngilizcesinin çok kötü olduğunu ve hiçbir şey anlamadığını Gülsüm bana işaret ediyor. Adam da bizi anlamıyor daha çok vücut diliyle ve zaten belirli tur bilgileri civarında konuşuyoruz ve reklam posterlerini işaret ederek anlaşıyoruz.

Türkiye'deki internet incelememden not aldığım kaplanlarla yürüyüş ve fotoğraf çektirme gezisinin reklamları gözüme çarpıyor bu arada. Sorduğumda, hemen götürebileceğini söylüyor. Eşine telefon ederek, yine eşinin kullandığı ve 6 yaşlarındaki oğlunun da içinde bulunduğu minibüsü yanımıza çağırıyor.

KAPLAN KRALLIĞI

Diğer iki Türk'le birlikte biz dört, onlar üç kişi olarak "Tiger Kingdom" bölgesine gidiyoruz. Meskûn mahal dışında, orman içinde bir tepelik bölgede duruyoruz. İki türlü gezi var; İlki sadece demir parmaklıklar arkasındaki onlarca kaplanı seyretmek, diğeri ise kaplanların arasına girip onlarla birlikte dolaşmak ve fotoğraf çektirmek. Gülsüm "benim bu yer hakkında bilgim yok, sen nasıl istersen öyle yapalım" diyor. Diğer iki arkadaş, (nedenini sonradan söylediler) birden "biz içeri girmeyelim, serbest wi-fi olduğu için burada oturup sizi bekleriz" deyip, kafe kısmına geçtiler.

Cesaret gösterme sırası bende; "kaplanların yanına gireceğiz" diyorum.

Görevli bu kez 4 alternatif olduğunu söylüyor ve seçmemizi istiyor; En büyük, orta büyük, genç ve bebek kaplanlar bölümleri arasında. Yaptıysak bir şey en büyüğü olsun diye, en büyük kaplan kısmını seçiyorum.

Sonra bize birer kâğıt imzalatıyorlar, “tüm tehlikeler bize anlatıldı, sorumluluk bize aittir" diye. Avukat olduğumuz için bu tür prosedürleri normal karşılayıp pek değer vermeden imzalıyoruz. Daha sonra tam içeri girerken oradaki bir başka görevli hangi milletten olduğumuzu soruyor, merak etti herhalde deyip "Türk" diyoruz. Önündeki kataloğu açıyor ve güzel bir Türkçe ile yazılmış bir sayfalık "uyarılar" listesini okumamızı istiyor.

Uyarılar Listesinde, bunların vahşi karakterli kaplanlar olduğunu hatırlatıyor ve bu nedenle; önden yaklaşmamamızı, gözüne bakmamamızı, başını ellemememizi, yüksek sesle konuşmamamızı, sert ve ani hareketler yapmamamızı, flaşla foto çekmememizi istiyorlar ve arkasında yaklaşarak sırtını ve karnını okşamak ve kuyruğunu tutmanın mümkün olduğunu söylüyorlar. Etrafımızda elektrikli teller olduğunu hatırlatıyorlar.

Ben de ilk kuşkular bu noktada belirmeye başladı. İlk bölüme girdik, açık havada iki yanımızda demir bariyerler, bariyerin arka tarafındaki bir metre boşluktan sonra asıl parmaklıklı büyük kafesler içinde çeşit çeşit kaplanlar ve bazı kafeslerin arkasındaki iç avlularda başka başka kaplanlar dolanıyor. İlk manzaraya göre herhangi bir kaplan kafesine elle uzanmak bile mümkün değil. Ayrıca, elinizi içeri uzatmayın diye resimli tabelalar parmaklıklar üstüne asılmış. Koridorda yürüyerek sağ ve soldaki kaplanları iki aşamalı demir parmaklıklar arkasından seyrederken, bir görevli bizi alıyor ve "big tiger" diye gülerek önce o kafesler arasındaki küçük bir ara koridora sokuyor sonra da birden en arkada gördüğümüz iç avluya alıyor.

Anaaa! üç kocaman kaplanla bir aradayız. Yanımızda gençten iki görevli, ellerinde en fazla bir metre boyunda ince dal şeklinde küçük sopalar var. Görevlilerden biri, bizi içeri girdikten hemen sonra dışarı çıktı. Kaplanın birisi su dolu havuzun içinde yüzüyor, diğeri onun etrafında dolaşıyor. Üçüncü kaplan diğer köşede yatar vaziyette bizi izliyor. Görevli, bizi onun yanına götürüyor. Benim gözüm ise arkamızda kalan hareketli diğer iki kaplanda.

Görevli, kaplana birimizin arkadan yaklaşmamızı ve ona dokunmamızı istiyor. Tabii ki Gülsüm tereddütsüz bir şekilde oraya gidiyor ve kaplanın kuyruğunu ve kalçasını okşamaya başlıyor. Ben fotoğrafları çekiyorum. Ancak, devamlı Gülsüme laf anlatmaya çalışıyorum. Çünkü, bizimki okşamayı bıraktı artık kaplanın üstüne uzandı, bir eli hayvanın sırtında diğer eli kah karnında, kah kalçasında, patilerinde ve kuyruğunda.

Ben artık yalvarıyorum; "Gülsüm bari kafasını elleme" diye. Sonra sıra bana geliyor. Kaplanın arkasına çömeldim, bir elimle kuyruğunu tuttum, diğer elimle kalçalarını okşuyorum. Gülsüm beni hem videoya alıyor hem de "şimdi de karnını okşa, sırtını sıvazla" diye talimat veriyor. Neyse ki gaza gelmiyorum, son derce ciddi ve mesafeli bir arkadaşlığım oluyor kaplanla.

İlk parti bitip, içerde yürümeye başladığımızda korkum daha da artıyor, çünkü, diğer kaplanlardan birisi hemen önümüzden geçip biraz ilerdeki tellere adeta fıskiye şeklinde çişini ediyor. Bu hareketin anlamını hem belgesellerden hem de iki kocaman kangal köpeği olan birisi olarak gayet iyi biliyorum; "Bu bölge bana ait, siz ne arıyorsunuz burada, defolun gidin."

Ancak sırada daha beteri varmış, diğer görevli bir torba çiğ et getirmez mi. Çiğ etlerden yarısını hemen önümüzdeki masanın üstüne atıyor, iki kaplan hooop ! oraya sıçrıyor ve hiç de birbirine kibar olmayan hareketlerle etleri kapış kapış yiyorlar. Görevlilerden biri, bir kaplanı uzaklaştırırken, diğer görevli ikinci kaplanı biraz ötemizdeki bir kütüğün üzerine çıkarıyor, elindeki ince dalın ucuna taktığı et parçalarını tek tek bu kaplana yemesi için uzatıyor, bir taraftan da yine kaplanın arkasına gitmemizi söylüyor.

"La havle ve la kudrete illa billahil aliyyil azim". Yaa! çiğ et yiyen vahşi bir kaplana yaklaşılır mı? Benin Efe, pişmiş et yerken etrafında hiçbirimizi istemezken. Efe'ye biraz önce o eti veren ve en yakını olan ben bile beş metre kadar yaklaşsam hemen hırlayıp daha fazla gelme diye beni kovalar. Benden başka ise hiç kimse onun olduğu kocaman tel çit etrafına bile yaklaşamaz.

Ancak bunların hiç birisi önce yine Gülsümü sonra beni durdurmadı. Gülsüm bir kez daha, Kaplanın bir taraftan sopanın ucundaki eti kapmak için yaptığı hareketlere bir taraftan sağına soluna bakmasına aldırmadan kaplanın arka bacakları ve kuyruğu ile sarmaş dolaş oldu. Tabii ki, benin bir kez daha kaplanın arkasına geçmem, genç görevlinin Gülsümün gösterisinden sonra ısrarla bana "babaa, babaa, go, go" demesinden kaynaklandı. Yine Gülsüme göre biraz daha mesafeli olarak bir elimde kuyruk diğer elim hayvanın kalçasında bir müddet durduktan sonra oradan ayrıldım.

Ayrılsan nereye gidecen, kaplanın iki metre önünde duruyoruz, gözüm kâh hemen önümdeki kütükte dikilmiş vaziyette sopanın ucunda gelen etleri kapmakla meşgul kaplanda kah her iki tarafımızdaki biri yatan diğeri dolanan kaplanların üstünde.

Ancak şov henüz bitmedi; Şimdi görevli bizim videoyu Gülsümden aldı, bir taraftan da kaplanı bize işaret edip kendi dilinde "yam yam, yam yam" deyip duruyor.

Gülsüm saf saf "herhalde Tayland dilinde "mama veya yemek diyor" derken, ben "adam bizle dalga geçiyor, yam yam bunlar yam yam, insan yerler şimdi siz yerken ben de videoya çekecem diyor” diye gayet ciddi açıklama yapıyorum.

Bu kez Gülsüm " valla burayı sen istedin, benim böyle bir yerden haberim bile yoktu" derken bana gülüyor. Neyse Gülsüm önde ben arkada bir kez daha kaplanla önlü arkalıyız, birimizde kuyruk diğerimiz kalçalara yapışmış şekilde poz veriyoruz. Görevli gülerek ve hala "yam yam" diyerek bizi videoya alıyor.

Biraz sonra hafif bir yağmur başladı, ilk kez görevliler telaşlanıyor, bize "yağmur, yağmur" diyerek kapıya doğru ilerlememizi istiyorlar. Meğerse kaplanlar yağmuru sevmezmiş. Aynı anda üç kaplan da bizimle kapının yakınındaki saçak altlarına koşmaz mı yağmurdan kaçmak için. Kaplanlarla yan yana ilerledik, onlar biraz ileriye gittiler biz demir kapı önünde durduk, bu kez dışarıdaki görevli muziplik yapmaz mı; "yok kilit bozulmuş, yok kapı açılmıyormuş" diye kilitleri bir açıyor bir kapatıyor.

" Oğlum aç şu kapıyı, yoksa iki kaşının arasına zıplarım" diyorum. Çok şükür, parçalanmadan dışarı çıktık.

Sakinleşmek için koridorda yürüyoruz, sinirli sinirli kafeste dolaşan bir kaplana bakarak "valla bunlara uyuşturucu falan verilmemiş, baksana ne kadar sinirli geziniyor" deyip, kafesine iyice yaklaşıp, o kaplanı videoya almaya başlıyorum. Aynı anda, aramızda bir metreden fazla mesafe ve iki ayrı demir çubuklardan oluşan engeller olmasına rağmen kaplan üzerime doğru işemez mi. Telefonum ve sağ kolum omzuma kadar sidik içinde kaldı. Küfür ede ede her tarafımı biraz ötedeki çeşmede sabunla yıkadım ve dışarı çıktım.

Asıl sürpriz bilgiyle dışarıda karşılaştık. Bizim Türk arkadaş demez mi ;" ben geçen sen okumuştum, kaplanlar bir ziyaretçiyi saldırmış, biz o nedenle girmedik, ancak sizin hevesinizi kırmayalım diye söylemedim. “Dost kazığı böyle bir şey işte.

Bizi getiren bir çocuklu karı koca aynı araçla tekrar geri getirdi dükkanlarına. Yolda ise bir ricaları oldu adeta yalvaran gözlerle. Bizi bir mücevher mağazasına götürmek istediklerini, çünkü alışveriş yapmasak bile onlara ödeme yaptıklarını anlattılar. Ellerindeki belgeye o mağaza damga vuruyormuş ve bu onlar için önemliymiş. Önce, istemedik ancak bu güler yüzlü aileye iyilik olsun diye mağazaya götürmelerini kabul ettik. Orada ise hepimiz adeta tiyatro oynadık; son derce ciddi alıcılar olarak mücevherleri inceledik, parasını sorduk hatta pazarlık yaptık. 15 dakika sonra ise hiçbir şey almadan çıktık. Arabada bize çok teşekkür ettiler.

Kendi dükkanlarına döndüğümüzde bizim satıcı bu kez masajlardan bahsedip durdu. Zaten Tayland'a gelip masaj yaptırmadan gitmek olmaz. Yol boyunca adeta seyyar satıcılar gibi masaj yapan basit tarzda dükkanlar gördük, daha önce buraya gelen gemideki arkadaşların anlattığına göre sahilde açık havada bile yapılıyormuş. Şöyle temiz, lüks ve pırıltılı masaj salonu ise görmedik. Tabii, bu işin de iyisi kötüsü, temizi pisi olduğundan bizim karı kocaya masaj için nereye gideceğimizi ve fiyat sorduk.

Yine bizi anlamadılar ve biz de onları anlamadık sadece bir masaj lafı etrafında vücut dili ile anlaşmaya çalıştık. En ucuzu 10 dolarmış ve artarak devam ediyormuş. Biz, 10 dolarlık değil daha yüksek fiyatlı güzel ve kaliteli bir yer olmasını istedik. Masajcı kızların güzel olmasını özellikle göz kırparak ekledim, Gülsümü göstererek bana bayağı cesursun gibi işaretler yaptılar.

RANDEVU EVİ GEZİSİ

Sonra yine çocukları da yanımızda olarak hep birlikte bizi masaj salonuna götürdüler. Yoldayken adam, telefonla birisiyle konuştu. Kasabanın iç bölgesinde lüks ve gösterişli bir bina önünde durduk, adam arabayı kullandığı için direksiyonda kaldı, karısı bizi binaya sokup ikinci kata götürdü, şık ve kibar bir adam bizi karşıladı. İlk hoşbeşten sonra nerededen geldiğimizi sorup Türk olduğumuzu öğrenince Fenerbahçe'yi bildiğinden bahsetti ve bizi hep birlikte bir başka salona götürdü ve filmin asıl konusu o anda bize dank etti.

Burası bildiğimiz bir randevu evi. Birbirinden genç ve güzel, aşırı makyajlı, şık giyimli kızlar sıra sıra oturmuş müşteri bekliyordu. Bizi getiren şoförümüzün eşi olan kadın, görevliye kendi dillerinden bir şeyler söyledi: Adam bize dönerek tek bir kadın dedi ve elindeki hesap makinesine 250 rakamını yazdı. Gülsüm böyle bir ortamda ilk kez bulunmanın şaşkınlığıyla "biz nereye geldik, burası masaj salonu değil, bu adam ne diyor" diye bana sordu.

Ben durumu anladığım için, gülerek, "ikimize tek kadın 250 dolarmış" dedim. Gülsüm abandone olmuş şekilde bakarken, işi fazla uzatmadık, "sory, sory" deyip hızlıca dışarı çıktık. Ben arabada bizim şoföre kızgınca ve yüksek sesle söylendim, adamın umurunda değil bu kez "sizi Phuket merkeze götüreyim, buraya 30 dakikalık mesafe" demez mi? Bu kez Gülsüm, sertçe bizi kendi yerlerine götürüp bırakmasını, başka bir şey istemediğimizi anlattı. Havada bir gerilim oldu. Karısı adama bir şeyler söyledi. On dakika sonra biz arabadan inmiş ve sahilde gülerek dolaşıyorduk.

Gülsüm, kızların ne kadar güzel olduğu bana anlatırken, benim, "aklında kaldıysa geri gidelim" teklifimi ise ciddiye dahi almadı, bana bir fırça attıktan sonra, ilk kez girdiği böyle bir mekanda gördüklerini, kendi açısından şaşkınlık içinde anlatmaya devam etti.

TAYLAND'DAN İNSAN MANZARALARI

Akşam üstü olduğundan sahil daha kalabalıklaştı. Kum çok ince ve hafif de olsa dalgalı olduğu için deniz bulanık görünüyordu. Elimizde çantalar olduğu için ancak birimiz denize girecekti. O sırada başka bir Türk kadın arkadaş ile karşılaştık. Denizden yeni çıkıyordu. Hırsızlığa karşı kocası kıyıda oturmuş kendisi denize girmişti. Biz de öyle yaptık, iki kadın denize girerken biz iki erkek kıyıda oturup sohbet ettik. Sonra sahil boyunca yürüdük. Her milletten insanları ve özellikle yerlileri seyrettik.

Nasıl ki, masaj işi kadınlarda ise sahildeki tüm aksiyonlar erkeklere aitti. Tekneler, jet skiler ve iki adet parasailing. Parasailinge Antalya'da binmiştim ve avukat olarak da Ayvalık’taki ölümlü bir kazanın davasına bakmıştım. Buradaki uygulamaya ise ilk kez tanık oldum. Çünkü, klasik şekilde turist için tüm güvenlik önlemleri alınıyor, ancak turistin hemen üstüne ve paraşütün ipleri arasına hiçbir güvenlik aparatı olmadan genç bir yerli, ilk havalanma anında sıçrıyor. Daha sonra tüm yolculuk boyunca bu ipler arasında serbestçe sağa sola hareket ederek paraşüte yön veriyor, iniş sırasında da daha turistin ayakları yere basmadan, kendini boşluğa atıp, paraşüt iplerini tutarak fren görevini yapıyor. Denizdeki tekne ise sadece paraşütü havalandırmakla görevli gibi. Tüm aksiyonu bu yerli gençler tamamlıyor.

Yakından baktığımda her biri çok genç, bir deri bir kemik tarzında zayıf ancak çelik gibi kaslı oldukları görülüyor. Fakir ülkelerde insan hayatına ve onuruna önem verilmediği bir kere daha ortada. Belki de bu değer verilmediği için bu fakirlik oluşuyor. Birkaç saat sonraki gece gezimizde daha yakından göreceğimiz gibi kızlar vücutlarını, oğlanlar hayatlarını ortaya koyarak yaşamaya çalışıyorlar. Tayland boksu ayrı bir vahşet.

Bu ülkede ladyboy olarak isimlendirilen homoseksüel veya transseksüel erkekler, tüm dünyadaki benzerlerinden ayrı ve kendilerine has bir kategori oluşturuyor. Çünkü, ladyboylara ait eğlence ve fuhuş sektörü devasa bir iş haline gelmiş ve bu nedenle toplum ve devlet tarafından bir geçim kaynağı olarak teşvik ediliyor. Bir hafta önce bulunduğumuz Avustralya'da bir köpeğe verilen değer buradaki insanlara verilmiyor.

İşin acı tarafı ise bu acımasız ve çirkin manzaranın mimarları yine bu yöre insanları. "Ağacı kesen baltanın sapı, aynı ağaçtanmış" misali kendi yöneticileri bu sistemi kurmuş ve yönetiyor. "Dış güçler böyle istiyor" efsanesine hiçbir zaman inanmam, insanlar ve toplumlar kendi hayatlarını kendileri belirler. Mutlaka yaraları dışarıdan kaşıyanlar olur ama o yara öncelikle o bünyeye aittir.

Burayı yöneten askeri diktatörlerin ve kralın büyük boy posterleri ise her yerde asılı. Benzer manzarayı, iç savaş öncesi "kardeşim Esat" dönemindeki Suriye gezisinde görmüştüm. Neredeyse çöplüklerin üstünde bile Hafız Esat ile oğlu Beşşar Esat kocaman posterleri asılıydı.

Gülsüm’le birlikte dışarıdan yaptığımız gözlemlerden sonra temizlik açısından gözümüze kestirdiğimiz yol üstündeki bir masaj salonunda bir saat süren yağlı Tai masajı yaptırdık. Aynı oda içinde iki ayrı kız saçımızdan parmak ucumuza kadar çok sıkı ve dinlendirici masaj yaptı bize.

Bu masajdan sonra aslında rahat bir ortamda oturmak daha güzel olurdu ama bizim zamanımız yok ve buranın gecesini görmek için tek şansımız şu an. Bu nedenle buranın en canlı ve meşhur olan Bangla Caddesine girdik. Bir benzerini geçen sene gittiğimiz Meksika'nın turizm merkezi Cancun şehrinde gördüğümüz manzaranın daha beteri ile karşılaştık aynı anda.

SEKSİ DEĞİL PORNOGRAFİK

Hava karardığında sadece güneş batmadı burada, aynı anda geleneksel anlamıyla "ar, haya ve edep duygusu" da yok oldu. Geniş ve uzun bir cadde, araç trafiğine kapatılmış, yan sokakları dahil her noktası turist kaynıyor. Ellerindeki kocaman panolarda pornografik resimler ve ilanlarla yol üstünde sıra sıra dizilmiş seks kulüplerine müşteri çekmek isteyen çığırtkanlar ve onlardan çok daha fazla sayıda hayat kadınları. Ana caddedeki kulüplerin her tarafı açık, bazılarında canlı müzik yapan orkestra ve şarkıcılar varken bazılarında elektronik cihazlardan müzik yayını yapılıyor, ikisinin ortak özelliği ise bangır bangır tüm mekânı hoplatan yüksek sesleri. Mekanların her tarafı; önü, arkası, koridoru, salonu, masa üstü, sandalye tepesi, bar tezgahları çıplak dans eden kızlarla dolu. Bunlar yetmezmiş gibi, bu iş için özel olarak yapılmış yükseltilerde, merdivenlerde ve boruların üstünde aynı kızlar.

Bu büyük mekanların üst katlarında özel seks gösterileri var ve giriş bedava ancak 3 dolar civarında fiyatı olan bir adet içki içmek zorunlu. Ara sokaklardaki mekanlarda ise zemindeki giriş katları aynı kategoride. Ara ara özellikle açıp kapattıkları kapı aralıklarından görüldüğü kadarı ile içerleri çırılçıplak kızların hiçbir sınırlama olmadan yaptıkları cinsel şovlarla dolu. Reklam panolarından anladığım kadarı ile görsel değeri olan ve az çok estetik kaygılar taşıyan seksi şovlar yerine, en sapık duygulara hitap eden normal dışı pornografik şovlar var. Pinpon topları, jiletler, kırbaçlar vs.

Aslında caddeye ilk girerken bir mekâna oturmayı ve herhangi bir şovu seyretmeyi düşünmüştük. Ancak, manzara o kadar norma dışı ve çirkindi ki, içimiz kaldırmadığı için hiçbir yere girmeden ve oturmadan caddeyi ve bazı ara sokakları dolaştıktan sonra bu acayip bölgeyi terk edip hemen önünde uzanıp giden sahil boyunda yürümeye başladık. Seyyar satıcıdan ben kömürde közlenmiş ve Gülsüm kaynar suda haşlanmış birer mısır satın aldık, bunları yiyerek bizi gemiye götürecek botumuzun olduğu iskeleye doğru ilerledik.

BİR BAŞKA DÜNYA DAHA: PHİ PHİ ADALARI

Phuket'teki ikinci günümüze erken başladık. Çünkü, önce bir yarımada şeklindeki Phuket'in diğer tarafına araç ile gidecek oradan sürat botları ile bir saat uzaklıktaki 4 ayrı adayı gezecek ve sekiz ayrı noktada mola verecektik. Sabah trafiği yoğunluğu, dar ve karmaşık yolları, haddinden fazla trafik ışıkları, her tarafımızdan akıp giden motorcular yüzünden 30 km’lik yol bir saat sürdü. Daha sonra sanki bir devlet dairesi gibi bir sürü bürokratik işlem yapan tur şirketi ve uzun uzun gezi hakkında bilgi veren rehberimiz sayesinde bir saat daha karada geçirdikten sonra nihayet değişik noktalardan gelen 45 turist olarak kocaman bir sürat motoruna bindik ve çok süratli bir şekilde aralıksız bir saat denizde yol aldık. Gideceğimiz yerler Phi Phi Adaları.

Posterlerde gördüğümüz denizin ortasında bir gökdelen gibi dikilmiş ve aslında birer kaya kütlesi olan adaların olduğu bölgeye geldik. Çok değişik ve etkileyici bir manzara ile karşı karşıyayız. Düz bir taştan duvar şeklinde denizin içinden çıkan yekpare kaya kütlesinin yüksekliği en az 100 metre kadar. Tepesinde tropikal ağaçlardan oluşan küçük bir orman. Düz duvar şeklindeki yükselen kaya kütlesinin üzerinde bile yer yer ağaçlar ve sarmaşıklar. Herhangi bir kıyı veya kumsal yok. Kaya kütlesinin hemen kenarı derin bir deniz. Viking mağarası denilen ve hemen deniz yüzeyinde açılmış büyük bir oyuk ancak kara korsan filmlerde görülebilen bir manzara oluşturuyor. Kaya kütleleri bazı yerlerde diklemesine yarıklar halinde ayrılmış ve deniz oralarda içeri girmiş.

Bir sonraki kaya kütlesinin adı Maymun adası. Üstünde yüzlerce maymun bizi karşılıyor. Doksan derece açıyla denizden yükselen çıplak kayadan düz duvar kenarında oynuyorlar, bazıları denize atlıyor ve teknelerin etrafında yüzüyor. Alıştıkları için insanlardan muz, kola ve bira istiyorlar ve herhalde her gün bunları bolca buluyorlar.

Daha sonra içinde iskeleler, oteller, lokantalar ve dükkanlar olan daha büyük bir adaya gidiyor ve çok güzel kumsalına yanaşıp karaya çıkıyoruz. Burada açık büfe yemek yeniyor. Tavuk, et, balık, makarna, pilav ve çok güzel karpuzlar hazırlanmış. Beklediğimden çok daha nezih ve temiz bir ortam.

Burada denize girmiyoruz çünkü küçük kumsalın etrafında çok fazla tekne var ve birazdan başka bir adadaki daha güzel bir plaja gideceğimizi biliyoruz. Buradaki yerel tekneler orijinal yapıda. Yine turistik posterlerde devamlı yer alıyorlar. Renkli boyalı ahşaptan yapılmış kocaman sandal bunlar, en önlerinde tabandan çıkarak yükselen büyük bir ahşap dilme var, motorları ise arkada en az iki metre uzunluğuyla sandal dışında taşan metal bir demirin ucuna takılmış bu nedenle bunlara uzun kuyruk diyorlarmış.

Birazdan tekrar yola çıkıyoruz. Bu kez şnorkelle dalacağımız mercan kayalıklarında mola veriyoruz. Hiç vakit kaybetmeden kendimizi çok sıcak olan sulara atıyoruz. Her taraf renkli balıklarla dolu. Enine sarı ve gri renkli balıklar suyun üst taraflarında yüzerken daha büyük mor mavi ve kızıl kahve tonlular deniz tabanında dolaşıyor. Daha önceden tanıştığımız birçok değişik tür ve renkte balık burada da karşımıza çıktı. Ancak ilk kez burada gördüğümüz üç ayrı balık dikkatimi çekiyor.

Bunlardan ilkinin baş ve göğüs kısmı yekpare sarı iken orta bölümünden itibaren tüm kuyruk kısmı yine yekpare kızıl kahverengi renkli. Bu şekilde ayrı renkte şort ve tişört giymiş gibi. Çizgi veya birbirine karışan renkleri yok. Diğer değişik balıkların bir kısmı aynı bir kaplan postu gibi dalgalı değişik renkli çizgilere sahipken bir kısmı ise yine değişik renkli puantiyeli elbise giymiş gibiydi.

Kötü olan manzara ise tüm mercanları ölmüş ve deniz tabanına bir mezarlık gibi dağılmış olmaları idi. Geçtiğimiz yıllardaki bir fırtına bu adalara çok büyük zarar vermiş. Karadaki ağaçlar devrilirken denizdeki mercanlar bağlı oldukları yerlerinden kopmuş. Yeni yeni oluşan mercanlar da göze çarpıyor. Yarım saat süreyle hiç aralıksız şnorkelle deniz için ve tabanını seyrettikten sonra kaptanın uyarısı ile tekrar tekneye çıktık ve bu kez çok yakında bulunan adeta gümüş renkli kumsaldan bir tepsi gibi duran plaj adasına çıktık.

DENİZANASI SALDIRISI

Ada çok küçük ancak kumsalı çok büyük. Bir kenarı hariç tüm ada tek bir kumsaldan oluşuyor. O tek kenar ise yine bu bölgedeki diğer adaları gibi diklemesine denizden çıkan devasa bir kaya kütlesi. Bu kaya kütlesi de tamamen ağaçlarla kaplanmış vaziyette. Adanın tam ortası (ki yaklaşık 300 m2 lik bir alandan ibaret) iç içe geçmiş lokantalardan ve içecek ve meyve satan dükkanlardan oluşmuş.

Tamamının tabanları kumsal, tavanları ise sazdan oluşuyor. Duvarları ise mevcut değil. Büyük mangallar üstünde, ıstakozlar, kalamarlar ve karidesler pişirilip aynı anda servis ediliyor. İki ayrı üstü açık akvaryumda canlı ıstakozlar var ve müşteriler bunlardan istediklerini gösterince ne yazık ki, canlı canlı diklemesine kesiyorlar ve yine canlı halde iken kızgın ateşli ızgara üstüne atıyorlar.

Burada şnorkelsiz olarak yüzüyoruz. Etraf kalabalık olduğu için kayalık bölgenin yanına gidiyoruz. Kuvvetli bir akıntı ile kolayca kıyıdan uzaklaşıyorum, Gülsüm kumsala daha yakın yüzüyor. Rahat bir tempoda yüzerken birden sol bacağıma baskı yaparak dayanan bir şey hissediyorum, kafamı sudan çıkarıp arkaya baktığımda, Diyarbakır karpuzu büyüklüğünde ve pembe renkli bir deniz anasının sol bacağıma yapışık olduğunu görüyorum. Can havli ile ayağımı çekip hızla kulaç atarak oradan uzaklaştım ve doğrudan dışarı çıktım.

Biri İzmir Gümüldür ‘de diğeri Yunanistan'ın Samos adasında olmak üzere iki kez Gülsüme denizanaları değmiş ve en az üçer gün yanan derisinin verdiği acıyla kıvrandığına şahit olmuştum. Buradaki, onlardan daha büyük ve daha renkli bir deniz anası ve burası zehirli hayvanların cirit attığı tropikal adalar.

Gülsüm, "çok yanacak ve acıyacak bacağın, amonyak iyi gelir ama amonyak bulacağın tek yer bu şartlarda kendi idrarın, hiç durma kendi üstüne işe" diye akıl veriyor. Mandıra Filozofu filmindeki gibi hayrına işeyecek bir çobanı burada bulamayacağıma göre, tereddüt etmeden kayaların kenarına doğru biraz daha yürüyüp, ayakta denizi seyredermiş gibi yaparak mayomun altından hem işiyorum hem de kendi vücudumun oluşturduğu ılık ilacımın boşa akmaması için elimle sol bacağıma yayıyorum.

On dakika kadar nasıl bir acıyla veya zehirlenme ile karşılaşacağımı düşünerek stres içinde geçirdikten sonra birden teknemizin kaptanı aklıma geldi. Yanına gidip teknede oturan kaptana durumu anlatıyorum, beni tekneye alıyor, üzerinde etil alkol yazan bir şişedeki sıvıyı aynı bacağıma azar azar döküyor. Bundan sonra ne olur dediğimde, kolunun orta yerindeki madalyon büyüklüğündeki kötü görünümlü yanık izini gösteriyor.

Şimdilik bende hiçbir acı veya etki yok. Gülsüm beni rahatlatmaya çalışıyor; "Denizanalarının alt kısmındaki ince ve uzun kollar ve bacaklar zarar veriyormuş, çanak şeklindeki üst kısmı zararsızmış" diye. Ayrıca ilk temas anında bir acı duyulurmuş. Ben hiçbir acı hissetmemiştim. Bana sadece üst kısmı ile yapıştı ve ben onun çanağının üstünde idim. Kolları ve bacaklarını hiç görmedim ve hissetmedim.

Takip eden saatlerde ve bu yazıyı yazdığım ertesi gün bende hiçbir acı sızı olmadı. Muhtemelen büyük bir tehlikeyi hiçbir zarar görmeden atlatmıştım.

Dönüş yolumuz gemiye yetişebilecek miyiz stresi ile geçti. Bizim gemiden bu tura altı kişi olarak katılmıştık. Biz dört Türk ve birlikte yaşayan iki eşcinsel İtalyan erkek. Oldukça tombul olan İtalyan yoldaşlarımız ayrı bir hikâye olur. Normal bir erkek görünümünde olanı sakallı ve vücudu kıllı iken, çok ince sesli, sürme gözlü olanı tüm kıllarını bir şekilde yok etmiş, her tarafı pırıl pırıl. Her ikisi de tamamen kel kafalı. Sakallı olan az konuşur ve asık yüzlü dururken diğeri pek tatlı gülüşlü ve konuşkan.

Neyse bu arkadaşlara bir yastıkta kocasınlar dileği gönderelim ve stres dolu kara yolculuğumuza dönelim. Sabahki kara yolculuğumuz bir saat sürmüştü ve dönüş için hareket saatimiz 16.20'yi buldu. İskeleden son bot ise saat 17.00 de kalkacaktı. Şoför durumumuzu biliyor ve aracı deli gibi sürüyor.

Şansımız trafik sabaha göre daha rahat. Ancak yollar ve trafik ışıkları bir türlü bitmiyor. Saat 17.00 de biz hala iskeleye çok uzaktayız. Artık bir sonraki limana uçak bileti muhabbeti veya gemiye yetişecek sürat motoru veya jet ski muhabbetleri yapıyoruz. 17.10'da iskelenin olduğu sahil boyuna çıktık, ancak iskeleye hala uzağız. Birdenbire gördüğümüz insanlar kuş gibi hafiflememize neden oldu. Çünkü, bunlar gemiden tanıdığımız insanlardı ve sabah onların geminin düzenlediği başka turlara gittiğini görmüştük. Onlar da geç kalmış ve otobüslerden inerek kıyı boyunca yürüyerek iskeleye gidiyorlardı. Tabii ki onların başında geminin kendi tur operatörleri olduğu için gemi onların dönüşünü bekliyor.

Birazdan biz de kendi aracımızdan indik ve onlarla birlikte son bota binerek güle oynaya gemiye döndük. Denizanası zehirlenmesi ile gemiyi kaçırma stresini güzel bir akşam yemeği ve ardından müzik ziyafeti ile yok ettikten sonra iki günlük yoğun ve yorucu Phuket koşuşturmasının yorgunluğunu ise deliksiz bir uyku ile atlattık.(Colomba, Sri Lanka (Seylan) )