AVUSTRALYA'YA DOĞRU


AVUSTRALYA'YA DOĞRU

Avustralya'ya Doğru, Acil Durum

AVUSTRALYA'YA DOĞRU

İkinci gün henüz denizde iken, sanırım Yeni Zelanda'dan gemiye binen Avustralya pasaport polisi gemi içinde bir ofis kurdu ve çok hızlı ve kolay bir organizasyonla pasaport kontrolü ve ülkeye giriş damgasını vurdu. Fransız Polinezyasındaki aynı tür işleme göre çok çabuk ve rahat bir şekilde pasaport işlemlerimiz bitmiş oldu.

Bugün iki kez balina ve bir kez de yunus gördüm. İlk balina sabah kahvaltısı sırasında çok uzaklardan geçti, hayal meyal fıskiyesini ve bir karartı şeklindeki sırtını görebildik. Öğlen saatlerinde 7. kattaki yürüyüş parkurunda iken daha yakından bir balina daha gördüm. Ancak kendini çok göstermedi, fıskiyesi ise belirgindi. Aynı yürüyüş sırasında geminin neredeyse hemen altından su üstüne çıkan iki yunus o derece yakındı ki, sırtlarındaki siyah ve kahverengi deri üstündeki koyu sarı büyük lekeleri dahi net olarak seçtim. O anda deniz seviyesinde olsan elimi uzatıp sırtlarını okşayabilirdim. Bir tek kez su üstüne çıktılar, hiç acele etmeden yavaşça ve senkronize şekilde tekrar suya daldılar.

Denizdeki üçüncü günümüzde yağmurlu bir güne uyandık. Özellikle bu şekilde yağmurlu ve çok bulutlu havalarda açık denizde olmanın avantajı etrafınızdaki çok değişik hava şartlarını aynı anda görmeniz oluyor. Etrafta deniz, ufuk ve gökyüzünden başka bir şeye yok. Ancak yağmurlu havalarda bunlar an be an değişiyor, değişik görüntüler sunuyor bize. Bugün de öyle oldu. Sağ tarafımızda yağmur yağarken sol tarafımız da mavi gökyüzü içinde güneşi görüyoruz. Hava sıcaklığı 25 derece civarında. Yazlık giysiler içinde güvertelerden etrafın değişen hallerini seyrediyorum.

Ufuk çizgisi bazı noktalarda yağan yağmur ve oluşan sis nedeniyle belirsiz oluyor. Bazen yağmurlu bölge daha yakında olduğundan yağan yağmur sanki bir baca oluşturuyor gökten denize doğru. Genelde yağmurlu bölgeler kendi arkalarını kapattığı için bu bacanın sadece ön tarafını ve sona erdiği sağ ve sol kenarlarından sonra o bacayı çevreleyen yağmursuz bulutları ve onların arkalarında artık belirginleşen ufuk çizgisini görürüz.

Bu kez istisnai bir görüntü oluştu, yağmurlu bölge ince uzun bir bant şeklinde ve gemi ile ufuk çizgisinin ortalarında oluştu.

Arkadaki ufuk çizgisi kesintisiz olarak görülüyordu. Bu bandın uzun kenarı gemiye paralel ve kısa kenarı da ufuk çizgisini kapatamayacak kadar kısa olduğu için gözümüzün önünde denizin orta yerine bir tül perde çekilmiş gibi oldu. Bu perdenin arka tarafında gri ağırlıklı lacivert denizi ve ondan sonra gelen ufuk çizgisini seyrettim.

Aynı sabit noktaya baktığımda, önde deniz arkasında ince uzun bir baca şeklinde ve sağından solunda tecrit edilmiş halde yağmurun oluşturduğu baca veya tül perde ve onun da arkasında yine deniz ve en arkada ufuk çizgisi ve üstündeki gri gökyüzü.

Gidiş istikametimizin ilerisinde çok yoğun yağmur bulutları ve oralarda yağan yağmuru görebiliyoruz. Gemi yavaş yavaş bu çok yoğun yağmurlu bölgeye girmeye başladı. Ön taraftan başlayarak önce sağ ve sol taraflarımız sonra da arkamız şiddetli yağmur ve yerle göğü birleştiren duman halinde sisli bulutlar arasında kaldı.

Denizin çok az bir kısmını görebiliyoruz, ufuk çizgisi ve gökyüzü ise bizi terk etmiş durumda. Açık güverteye düşen yağmur etrafı göllendirdi. Ancak, denize yağan yağmuru fark edemiyoruz. Ne yere düşen yağmur damlalarının patlamaları ve etrafa sıçramaları ne de bir göllenme veya su akıntıları. Kocaman deniz, yağmuru hiç fark etmeden ya da ona aldırmadan kendi türküsünü söylemeye devam ediyor.

Orta karar bir rüzgar altında yine orta karar dalgalar içindeki gemimiz, bu yağmuru umursamaz denize nazire yaparcasına yolunda ilerliyor rahatça; bizleri sarsmadan, yormadan ve sanki bir tatil köyünde oturuyormuşuz gibi. Yeni Zelanda'dan ayrıldıktan sonra ilk 18 saatte önce kuzeye giderek bu ada ülkesinin en kuzey ucunun önünden bir U dönüşü yaparak aynı zamanda doğu kıyılarından batı kıyılarına geçmiş olduk.

Sonra bir müddet güneye indik, 33 derece güney enlemi üstüne gelince yönümüzü tam batıya çevirdik ve yayından fırlamış bir ok gibi sağa sola kıvrılmadan dosdoğru bir çizgi halinde batıya doğru saatte 35 Km hızla yol alıyoruz. Gerek bizim hızımız ile değişen ortam ve gerekse açık okyanusun getirdiği 360 derecelik çevresinin her noktası ufka dayanmış kocaman bir daire içinde olmamız, yaşadığımız ve uzaklarda gözlediğimiz hava şartlarını mütemadiyen değiştiriyor.

Öyle ki, öğle saatlerinde yaklaşık 80 dakika süre ile 7. Kattaki açık güvertede yürüdüm. Belki de onlarca değişik hava durumu bana eşlik etti. Bu yürüyüş parkuru 450 metre civarında. 200 er metresi sağ ve sol güvertelerde, 50 metresi ise bu ikisini birleştiren bir U harfinin tabanından oluşuyor. Sağ ve sol tarafların üstleri kısmen açık iken 50 metrelik dönüş kısmı ise her tarafı kapalı bir koridor şeklinde, genişliği ise 2 metre kadar. U harfinin tabanı geminin ön tarafına oturmuş durumda. Bir tam turu 5 dakikada yapıyorum. Buna göre her 10 dakikada, 900 metre yürümüş oluyorum.

Sağ parkurda yağmuru seyrederken yürüyüp, kapalı tünelden geçerek sol tarafa ulaştığımda birden güneşi görebiliyorum. Bir ara gemi tekrar yağmur altında kaldı. O ana kadar yaklaşık 20-30 kişi, bu parkurun değişik noktalarında yürümeye devam ediyorduk. Yağmurun şiddetini arttırması ile insanlar birer ikişer içeri kaçmaya başladı. Parkurun kısmen üstü kapalı bölümleri tarafında yürümeye devam ettim.

Üzerime gelen yağmur serpintilerine aldırış etmedim. Ancak, taban göllenmeye başladığı için şimdi daha çok bastığım yere bakıyorum ve kaymamak için daha dikkatli ve yavaş adım atıyorum. Bir an gemi her yönü ile yağmur altında kaldı, etraf tekrar karardı, deniz, ufuk ve gökyüzü birleşti, görüş mesafesi düştü. Deniz gibi ben de aldırmadım yağan yağmura ve yürümeye devam ettim.

Sıcak hava nedeniyle üşümeyince çok sorun olmadı hafifçe ıslanmak. Zaten daha bir tam turu tamamlamaya yakın bu karanlık ortam bir yerlerinden yırtıldı, etraf daha bir aydınlık oldu, arkasından denizin rengi griden laciverte, hava, koyu griden beyaz gri bulutlara döndü. Bir sonraki aşamada ise güneşi ve etrafındaki bölgede gökyüzü mavisini gördüm. Bunlar da uzun sürmedi tabii.

Uzaklarda, yağmur bacalar şeklinde havadan denize akarken, hava bazen parçalı bulutlu, bazen tam kapalı ve bazen yine tam yağmurlu oldu. Akşam hava kararıncaya kadar bu döngü karmakarışık bir sıra tutturarak devam etti gitti.

ACİL DURUM

Akşam yemeğinden sonra genel anonslarda, gemide bir hastanın olduğu bu nedenle çok süratli şekilde yol aldığımızı, Avustralya'dan gelecek ambulans helikopterle bulaşmaya çalışıldığını, hava muhalefeti nedeniyle bir olasılık olarak Sydney istikametine değil daha güneydeki Canberra istikametine doğru gideceğimizi öğrendik.

Birkaç saat sonra ise havanın daha da bozduğunu, ambulans helikopterin gelemeyeceğini bu nedenle geminin son sürat Sydney limanına doğru gideceğini ve gece yarısını geçerek menzile ulaşacağımızı ve hastayı bir deniz ambulansı ile karaya çıkaracaklarını öğrendik. Türkler arasında karı koca dahiliye ve göğüs hastalıkları uzmanı iki doktorumuz var, ertesi gün onlardan öğrendiğimize göre , gemi doktoru nörolog olduğu için bizimkiler, yolcunun kalp rahatsızlığı geçirdiği düşüncesi ile yardım teklif etmişler ancak yolcu apandisit hastası imiş bu nedenle bizimkiler hastayı görememiş ve gece yarısı gemi Sydney limanı içine demir atınca hastaneye nakil sağlanmış.

Sidney, Avustralya,Mondi, Opera,Nirvana, Anne Olmaya gör, Müzelik Eğitim Değil Müzede Eğitim,Atatürk

34- SİDNEY, AVUSTRALYA. 330 52' Güney Enlemi, 1510 12’ Doğu Boylamı

Sabah çok erken saatlerde ve şehrin geceden kalan yorgun ışıkları hala yanarken güverteye çıktık. İstanbul Boğaziçi'ne benzer bir manzara bizi karşıladı. Neredeyse dört tarafımız kara ile çevrilmiş. Geminin ön ve arka tarafları su yoluna izin veren açıklıklara sahip ama biz bu uzantıları biraz da hayal gücümüz ile ve "öyle olmalı" diye belirliyoruz. Çünkü, buraya açık denizden girdik ve içinde olduğumuz körfezin ya da halicin daha ilerlerde bir sonu olmalı. Ancak, bulunduğumuz noktadan ne açık denize bağlantıyı ne de körfezin kıta içindeki son noktasını görebiliyoruz.

Sağımız ve solumuz yeşillikler içinde hafif tepeliklere çevrili. Tam karşımızda, her iki kıyıyı birbirine bağlayan muazzam büyüklükte ve yükseklikte çelikten bir köprü; Harbour Bridge. Çelik gövdesinin üstünde yarım ay şeklinde yine çelikten bir kuşak her iki ucu birbirine bağlıyor. Bizim bakışımıza göre köprünün sol tarafı, bir tepenin üstünde devam eden bir viyadük olarak havadan uzayıp gidiyor.

Bu viyadüğün hemen ön altında ve denize sıfır şekilde meşhur Opera Hause. Avustralya'nın hatta dünyanın en ikonik yapılarından birisi. Lotus çiçeği veya istiridyeler dizisi şeklindeki beyaz-sarı renkli çatıları ile tam karşımızda.

Onunla gemimizin bulunduğu nokta arasının tam ortasında ise henüz tam aydınlanmamış havanın gözümü yanıltması ile su üstüne çıkmış kocaman bir denizaltı silueti olarak gördüğüm ince kenarlı bir dikdörtgen şeklindeki adacık. Bu ada, bizim kız kulesi benzeri. Bir ucuna, bizimkisinden daha alçak boyda bir deniz feneri yapılmış diğer taraflarının tamamı ise bu bölgenin sarı kahve renkli taşları ile kaplanmış. Üstünde ne bir yeşillik ne bir toprak ne de bir bina bulunuyor. Taşlarla örülmüş şekliyle, su üstüne çıkmış kocaman bir denizaltı gibi. Biraz sonra hemen yanından geçerken göreceğim gibi, köprüye bakan tarafında teknelerin yanaşması için küçük bir iskele yapılmış.

Opera binası arkası ile kocaman çelik köprünün bize göre sol tarafından itibaren başlayan ve neredeyse gemimizin demir attığı noktanın hizasına kadar uzayan bölge gökdelenlerle dolmuş. Bu bölgenin sağı, solu ve arkaları ile karşı yaka çok yoğun orman dokusu içine serpiştirilmiş daha küçük boylarda apartmanlar veya iki-üç katlı evlerden oluşuyor. Uzunlamasına giden iç körfez ya da ana su yolu ya da benim benzettiğim şekilde boğaz içi, sağlı sollu koylar yada girintilerle bezenmiş. Bu nedenle her iki yakadaki kıyılar düz bir hat halinde değil dantel şeklinde ilerliyor.

Sabahın erken saatlerinden itibaren bu çok büyük Boğaziçi'ne sahip liman şehrinin her tarafından her tarafına onlarca değişik büyüklükte, renkte ve şekilde yolcu tekneleri, katamaranlar ve vapurlar birbirleriyle yarışarak ya da karşılıklı teğet geçerek insanları taşıyor.

Opera binasının hemen yanında bizim gibi büyük turist gemilerinin yanaşacağı tek bir iskele varmış ve o iskele bizden bir gün önce oraya yanaşmış bir başka turist gemisi tarafından kapıldığı için biz biraz açıkta demir atmış olarak duruyoruz. Bu nedenle karaya gemimizin botları ve buradan tutulmuş başka yolcu tekneleri ile taşınacağız. Akşamüzeri ise o gemi oradan ayrılınca biz oraya yanaşacağız ve yarın akşamki ayrılış anına kadar orada bağlı duracağız.

Biraz sonra sıra bize geldi, şansımıza çok rahat bir yerel katamarana bindik ve zaten çok yakın olan büyük gemiler dışında her türlü deniz aracının yanaştığı bir dizi iskelenin bulunduğu noktaya taşındık. Bizi taşıyan katamaran, Kaptan Cook isimli şirketin onlarca teknesinden birisi. Beyaz, mavi ve kırmızı renkleri kullanıyorlar. Bir başka şirket olan River Cat isimli şirketin ise lacivert renkli, daha alçak boyda ancak hızlı tekneleri var. Belediyeye ait olduğunu sandığım ve bizdeki eski tip körfez yada Boğaziçi vapurları benzerleri ise ulusal renkleri olan sarı ve yeşili kullanıyor.

Karaya ayak basınca sıkı bir yürüyüşe başladık. Önce çelik köprünün arka tarafından iskelelere paralel olarak gittik. Burası Rock bölgesi. Asıl Boğaziçi'ne göre bir haliç durumunda olan arka bölgeye geçtik, orada yapılmış büyük park içinde dolaşarak gökdelenlerin olduğu bölgeye girdik, sağımızdaki denizi kaybetmeden bu kez Darling Liman bölgesine giriş yaptık. Burası ayrı bir haliç şeklinde ve şehrin en hareketli bölgelerinden birisi.

Her iki yanında muazzam büyüklükteki gökdelenlerin en üst tepelerini göremiyoruz, o derece yüksekler. Her biri çok şık, temiz ve parlak metaller ve değişlik renklerde camlardan oluşmuş gökdelenlerin üzerinden dünyanın en büyük bankalarının, otellerinin veya şirketlerinin isimleri yazılmış.

Halicin karşı yakasında askeri müze ve önünde birisi 19.yy dan kalma eski tip yelkenli bir gemi ile diğeri modern zamanlara ait bir ölüm makinesi şeklinde savaş gemisi demirli ve üzerlerindeki insanlardan bunların müzenin bir parçası olduğu anlaşılıyor.

Yürümeye devam ediyoruz bu kez Avustralya'ya mahsus kanguru, koala, timsah gibi hayvanların yer aldığı vahşi Avustralya isimli hayvanat bahçesi ile içinde köpek balıkları dahil yine Avustralya deniz canlılarının yer aldığı deniz dünyası isimli devasa akvaryum ve deniz tünellerinin olduğu deniz hayvanat bahçesini ve Madam Tussauds Mumya Müzesinin önünden geçiyoruz.

Halicin sonuna gelince bu kez gökdelen bölgesinin tam ortasına giriyoruz. Temiz ve düzenli caddeler boyunca dizilen gökdelenlerin altları ve etrafları lüks mağazalar, kafeler ve restoranlarla doldurulmuş. Amerika'dakiler gibi altlarından geçerken cansız ve hareketsiz boşluklardan değil de tam tersine canlı, işlek ve daha önemlisi içinde insanların olduğu mekanlardan ve bu mekanları çevreleyen her daim çim ve ağaçlardan oluşan parklardan geçiyorsunuz.

Yeşil alanlar ve her tür büyüklükteki parklar bu şehrin bana göre alameti farikası. Öyle ki, içinde çok sayıdaki güzel ve büyük parklar bulunan bir şehir değil de tüm ağaçları, çiçekleri, çimleri ve özellikle sayısız sayıda ve türde kuşları ile korunmuş bir tek devasa park içine kurulmuş bir şehir burası. Şu saate kadar gemiden gözlediğimiz kadarı ile ve daha çok gökdelenler arasında dolaşmamıza rağmen bu his uyandı bende. Ancak, özellikle öğleden sonraki otobüsle yapılan şehir gezisi ve bizim daha sonra yürüyerek yaptığımız şehir parkları gezisi ile bu his tam anlamıyla ete ve kemiğe büründü.

Bu şekilde, içinde ve her yanında sayısız boğaz içi ve haliçlerden oluşan denizi, çok şık gökdelenleri, köprü yada opera binası gibi ikonik yapıları, 19 yüzyıl mimarisini taşıyan katedral, alışveriş merkezleri, müze binaları ve resmi devlet yapıları ve tüm bunları kucaklayan ve daha hoş şekilde biçimlendirerek misafirlerine sunan yeşil alanları, çimleri, çiçekleri ve bakımlı ağaçları arasında korkusuzca siz yaklaşan çeşit çeşit küçüklü büyüklü kanatlı hayvanları ve tüm bunlarla uyumlu ve güler yüzlü çalışanları , her an yanınızdan geçen ancak sizi rahatsız etmemek için devamlı yön değiştirerek koşan sporcuları, özellikle müzeleri dolduran ve oralarda derslerini yapan öğretmen ve öğrencileri ile dünyanın en güzel ve daha önemlisi yaşanısı şehrinde olduğunuzu anlıyorsunuz.

Bu güzellikleri soluyarak ve şehir merkezinde büyük bir daire çizerek yaptığımız yürüyüş ile tekrar ilk indiğimiz iskeleye döndük. Şimdi tur otobüsümüz ile önce şehir merkezi sonra uzaklardaki kıyı ve plajlar gezilecek en sonunda ise Opera binası içine girilecek.

Şehir merkezinin rahat trafiğinde, birbirini düzgünce kesen ana caddeler üstünde, önemli semtlerden ve binalar önünden geçerek yavaşça gökdelen bölgesini arkamızda bırakarak bu kez tek ya da iki katlı evlerin sonsuz sayıda olduğu bölgeleri dolaştık. Bazen deniz kıyısına indik, bazen denizi kaybettik. Artık şehir merkezi uzaklarda kaldı. Şimdi, gökdelenleri ve dev boyutlu çelik köprüyü bir siluet halinde görebiliyoruz. Doğal liman bölgesinin başladığı ve okyanusa çıkılan sınıra kadar geldik.

MONDİ PLAJI

Kayaların doğal olarak değişik şekil ve biçimlerde yükseldiği etrafı ormanlarla çevrili bölgede biraz mola verdikten sonra doğrudan okyanus kenarında olan meşhur Mondi plajına gidiyoruz. Bir yarım ay şeklinde ve yaklaşık 2-3 km uzunluğundaki plaj, altın sarısı çok ince ve temiz bir kumlardan oluşan kumsalla çevrili. Kumsal yaklaşık 100 metreye yakın bir genişlikte olarak deniz ve sahil yolunu birbirinden ayırıyor.

Burası yüzmek için çok tehlikeli ve ne yazık ki her yıl birkaç kişinin öldüğü bir plaj. Köpekbalıkları çok tehlikeli ancak asıl tehlike kocaman okyanus dalgaları, gevşek kum tabanı ve sert ve değişken su altı akıntıları. Görevli bir kadın bir araçla dolanıyor, aracın tekerlekleri neredeyse suya değecek kadar ilerlemiş, elinde megafon bas bas bağırıyor; ileriye giden sörfçülerin geri dönmesi için. Yine de suyun içi insan dolu, yüzücüler kıyıya yakın iken sörfçüler kısmen uzaklarda ve onları taşıyacak dalgaları bekliyor. Şanslıları ya da bu işin uzmanı olanlar dalgalar üzerinde dans ediyor. Gülsüm çok arzu etmesine rağmen burada yüzemedi çünkü bize verilen mola süresi çok kısa idi. Yine de ayakkabı ve şortunu çıkardı, içindeki mayosuna güvenerek üzerinde tişörtü olduğu halde bileklerine kadar suda yürüdü. Her dalga gelişinde ise ayakları gevşek ve ıslak kumlara batıyordu.

Tüm yolculuk boyunca önlerinden geçtiğimiz müstakil villaların çok şık ve zengin görüntülü olduğunu fark ettik. Her biri değişik mimari şekillerde ortak noktaları ise sarımsı kırmızımsı arasındaki renkli taşlardan ya da kırmızı tuğladan yapılmaları ve kırmızı kiremitli çatıları. Bahçeleri, çim üzerinde yer alan çiçekler, sarmaşıklar ve ağaçlarla kaplı.

OPERA BİNASI

Son olarak Opera evinin yakınlarında otobüsümüz durdu ve bu muhteşem yapıya doğru yürümeye başladık. Etraf çok kalabalık. Sarımsı beyaz seramiklerle kaplı yelkenler veya açılmış lotus çiçeği yapraklı çatılar hemen gözünüzü alıyor. Dış yüzeyler büyük ve yekpare cam bloklarla ve ara ara görünen kırmızımsı duvarlarla kaplı ve bir ton daha kahveye bakan renkte taştan merdivenleri uzun sıralar halinde yükseliyor. Bu merdivenler karaya bakan tarafı çevrelerken, diğer üç taraf denize bakıyor ve merdivensiz olarak bina doğrudan yükseliyor o yanlarda. Büyük bir giriş holünde ve devamındaki ilk ön bölümde, gösteri bilgilerinin yer aldığı ekranlar ve panolar asılmış ve asıl iki büyük sahne bölümüne doğru koridorla var. İlk girdiğimiz büyük gösteri salonu senfoni orkestraları için yapılmış. Sonra gezdiğimiz büyük salon ise opera, tiyatro ve diğer şarkı gösterileri için. Otobüsteki rehberimiz burada yerini bina içindeki sabit rehbere bıraktı. Bu rehberler eşliğinde ve küçük büyüklü guruplar halinde dolaşabiliyorsunuz. Rehberimiz, her bir sahne, salon, koltuk, duvar, cam, seramik çatı, koridor, perde ve diğer her şey hakkında çok kibar ve gülen yüzüyle ayrıntılı bilgiler verdi. Binanın diğer kısımlarında kefeler ve restoranlar var. Dışarıda da bir başka açık hava kafesi, binanın alt yanı ile deniz arasına gizlenmiş ve burasını dışarıdan göremiyorsunuz ancak yanına gelince fark ediliyor.

Bu güzel tur sonunda tekrar açıkta bekleyen gemimize bot ile geri döndük. Akşam yemeği sırasında gemimiz biraz önce diğer geminin ayrılması ile boşalan asıl iskelesine yanaştı. Şimdi, Opera binasının hemen yanı başındayız. Şehri bir de gece dolaşmak hazırlandık ancak önce en üst güverteden şehrin ışıklarını seyretmek istedik.

IŞIKLAR İÇİNDE BİR KEZ DAHA NİRVANA

14. kattaki açık güverteye çıktığımız anda adeta bir ışık seli ile çarpıldık ve büyülendik. Gemimiz adeta şehir merkezinde duruyor, gökdelenlere elimizle değecek kadar yakınız, onlar kadar yüksek köprüye bir sıçrayışla tırmanacak ve opera binasının şimdi beyaz ışıklar içindeki yelken çatılarına istesek atlayabilecektik. Bunlar arasındaki denizin üstünde yolcu tekneleri ışıltılar içinde yol alıyor, parçalı bulutlu gökyüzünde bir yanda yıldızlar bir yanda dolunaya yakın parlak bir ay görünüyor.

Masalsı bir ortam, huzur ve mutluluk içinde ikimiz, yüzlerimizde tebessüm hangi tarafı fotoğraflayacağımıza şaşırmış bir şekilde, güzellik açısından her bir noktası diğerleriyle yarışan manzaraları birbirimize gösterip "orada dur, şimdi buraya dön, şuraya geç" diye usta fotoğrafçı edasıyla birbirimize talimatlar veriyor ve peşi sıra fotoğraflar çekiyorduk.

Biraz bakıp sonra şehirde yürürüz şeklindeki planımız bir saati aşkın bir süre kaldığımız güvertede unutulup gitti. Gemiden dışarı çıktığımızda aynı büyülü hava bizi bırakmadı, geminin etrafındaki kıyıdan içlere girmek istemedik, birbirinden güzel gökdelen ışıltıları, köprü ışıkları, opera binası ışıltısı ve bu kez gemimizin parlaklığı, denizdeki yakamoz ve tekne görüntüleri bizi adeta kendisine bağladı. En fazla olarak opera binası merdivenlerine kadar yürüyebildik. Güzergahımızın girintili çıkıntılı olması bu manzara parçalarının her birini bazen önümüze bazen arkamıza, bazen sağımıza bazen solumuza getiriyor ve biz adete rüzgardaki bir kuru yaprak ya da akarsudaki bir dal parçası gibi yönümüzü tayin etme iradesi bizde olmaksızın ancak bu halimizi umursamadan dönüp duruyorduk.

Gemiye tekrar bindiğimizde saatler gece yarısını geçmişti. Şu ana kadar devam eden bu gezi sırasında çok güzel anlarım, mutluluk duyduğum hallerim, neşeli ortamlarım oldu. Ancak bu akşamki huzur ve içimdeki tatlı coşkuyu bir kez de Panama kanalından Pasifik’e ilk açıldığımız o parlak güneşli akşam üstü yaşamıştım. Şimdi, güneş yoktu ancak muazzam derecede çeşitli ışıltılar her yanımı aydınlatırken aynı hazzı bir kez daha tattım.

ŞEHİR PARKI DEĞİL, PARKIN İÇİNDE ŞEHİR

Ertesi sabah, bu güzel şehrin başka başka güzelliklerini; botanik bahçelerini, kuşlarını ve müzelerini gezdik. Çok büyük alanlara serpiştirilmiş ve bu kıtaya ait veya dünyanın her yanından ağaçlar, çiçekler, sarmaşıkların arasında dolaştık. Et yiyen bitkiler ve onların ağzı kapanan birer uzun tüp şeklinde içi sıvı dolu çiçeklerini gördük. Yorulduğumuzda bazen banklarda oturduk bazen de çimlerin üstüne yattık. Bizim ülkemizdekiler göre oldukça büyük ve renkli örümcekleri ve onların doğal ortamlarında ördükleri ağlarına dikkatlice yaklaştık. Havada uçan ya da ağaçlarda tüneyen beyaz papağanları, aynı Batman şeklinde üstümüzde süzülen dev yarasaları, renkli ve kocaman kertenkeleleri gördük.

ANNE OLMAYA GÖR

Hemen yanımıza konmuş ve bizimle yürüyen martılar ve değişik büyüklükte ve türde kuşlarla yoldaşlık ettik. En çok ilgimizi ise buralarda çok fazla sayıda olan bizdeki hindi büyüklüğünde, beyaz renkte sadece kafaları ve kanatlarının bir kısmı siyah olan uzun ve eğri gagaları bulunan bir kuş türü çekti. Bunlar tüm parklarda dolaşıyorlar ve uçuyorlar. Diğer hayvanlar gibi insanlarla yan yanalar. Bir ara bankta oturmuşken üç tanesi hemen yanımızdaydı. Boyutlarının biraz daha küçüklüğünden ve henüz kafası siyahlanmamış oluşundan yavru olduğunu anladığımız, annesinin yanında hiç durmadan bağırıyor ve kendi gagası ile annesinin gagasını zorla açıyor ve uzun ve eğri gagasını annesinin boğazının içine sokup, kursağındaki pelte halindeki yiyecekleri alıyordu. En az 10 dakika boyunca orada birlikte kaldık ve bir an bile susmadan ve bıkmadan bağırdı, çağırdı ve mütemadiyen annesinin kursağından hazır yiyecekleri aşırıp yuttu. Zavallı anne, kursağını kurtardığı andan yerden bir şeyler yiyor ancak hemen ardından bunları daha kursağında iken yavrusunun almasına izin veriyordu. Yavru hem arsız hem de kavgacı. Yanlarında dolaşan 3. bir hindiyi ara ara kovalıyor ancak eğer anne biraz arkada ise 3.kuş bu yavrudan korkmadan onun üzerine hücum ediyor ancak aynı anda anne hindi bu 3. hindiye saldırıyor ve arsız yavrusunu yanına çekiyordu.

Biraz sonra içinde büyük kırmızı sarı renkli havuz balıklarının olduğu küçük ve yapay bir göledin yanına geldik. Önünde esprili bir dilde yazılmış ve bir müren balığı resmi olan tabelada; "bu balığı buraya biz koymadık, peki kim koydu?" diye soruyor. Cevabını yine kendisi veriyor; "hiç kimse koymadı, bu balık bu yörenin doğal bir parçası, göledi su ile doldururken suyun içinde biz fark etmeden kendisi gelmiş".

Biz bunları konuşurken arkamızdan aksanlı ancak doğru dürüst bir Türkçe ile bir ses bize seslendi. "Gölette başka balıklarda mı varmış?" diye. Arkamızı döndük, uzun boylu sarışın renkli güzel bir genç kız. Gülsüm, biraz önce tabeladaki okuduklarını bir kez de ona anlattı, kız teşekkür ederken bu kez ben sordum "siz Türk müsünüz?" Hayır değilmiş, iki yıl Ankara'da yaşayan bir Fransız imiş, bir arkadaşının düğünü için iki haftalığına buraya gelmiş ve etrafı geziyormuş. Bizim neden geldiğimizi sorunca kendi durumumuzu anlattık, "Oh! hayat size güzel" deyince, Türkçeye ne kadar hâkim olduğunu anladık.

MÜZELİK EĞİTİM DEĞİL, MÜZEDE MODERN EĞİTİM

Yeşillikler içinde yer alan tarihi bir görünümü bulanan saray benzeri binaya doğru ilerledik. Burası en önemli resim ve heykel müzeleri. Avustralya resminin başyapıtları, değişik heykeller, Aborjin sanatına ait heykel ve desenler ile Avrupa ressamlarına ait tablolar var. Ayrıca özel bölümlerinde zaman içinde değiştirdikleri başka sunumlar oluyor. Örneğin biz buradayken bir ressama özel bir bölüm ayrılmış ve bir başka bölüme ise Çin eserleri konulmuştu. Burada dikkat çeken bir görüntü ise değişik sınıflara ait her yaştan öğrencilerin çokluğu. Başlarında öğretmenleri olduğu halde adeta burada sınıflarını kurmuşlar, resim ve heykeller yapıyorlar. Bazıları oldukça açık hatta hafif pornomsu tablolar önünde ve yerlere oturmuş şekilde kendi öğretmenleri eşliğinde sanatsal çalışma yapan bu çocuklardan ileride büyük sanatçıların çıkması çok doğal bir beklenti olmalı. Aborjin heykelleri basit şekilde boyanmış ve az yontulu halleriyle adeta stilize edilmiş insan figürlerinden oluşurken, resimleri daha çok desen çalışmaları ve bunlar arasında basit kuş, timsah, kanguru gibi yöresel hayvan çizimlerinden ibaretti.

ANZAKLAR VE ATATÜRK

Parklar dizisinin bir yerinde bulunan ANZAK Anıtına gittik. Sarımsı renkli yüksek beton blokların dört taraftan çatıda birleşmesinden oluşan bir kubbe, ortası bir daire şeklinde açık ve bu açıklığın bir alt katındaki zemininin tam ortasında bir kaide üstündeki kalkanın üstünde ölü vaziyette yatan çıplak bir antik dönem savaşçısı var ve mızrağı üzerinde duruyor. Bu zemin altındaki katta ayrıca fotoğraflar, gazete kupürleri, mektuplar ve diğer görsellerden oluşan küçük bir müze var. Tavanda çok büyük boyutlarda kendi bayrakları ve iplere dizilmiş olarak asılmış olan birlikte savaştıkları dost ülkelerin bayrakları. Tabii ki, Türk (Osmanlı), Alman ve Avusturya-Macaristan bayrakları yok. Asıl zeminde ise bu yuvarlak boşluğun etrafında dört duvara savaştıkları dört ayrı cephenin isimleri kazınmış. Bunlardan birisi Gelibolu, diğerleri Irak, Suriye ile Filistin ve Fransa ile Belçika cepheleri.

Dış bahçede ise yerden yarım metre kadar yüksekte ve bir metre karelik bir dikdörtgen şeklinde, ortadaki Atatürk'ün resminin iki yanında Türkçe ve İngilizce olarak nakşedilmiş ve Atatürk’ün Çanakkale'de yatan ANZAK askerleri için "…onlar artık bizim bağrımızda yatan bizim çocuklarımızdır…" mealindeki sözlerinin tam metni olan mermerden bir kitabe konulmuş.

Atatürk'ün büyüklüğünü bir kez daha anlayarak ve birbirimize anlatarak oradan ayrıldık, yürüyüşümüze devam ettik. Bu kez gökdelenler arasında yürüyerek dün gitmediğimiz Darling Limanının diğer bölgelerini ve karşı taraflarını gezdik. Daha önce yürümediğimiz diğer caddeleri dolaştık. Değişik parkları gezdik. Gemiye girmeden hemen önce tekrar Opera binasını tavaf ettik, merdivenlerine oturarak etrafı ve insanları seyrettik. Hemen yanımızda değişik vücut ve yüz şekilleri ile bıkmadan usanmadan birbirlerine poz verip resim çeken Japon gençlere hitaben "çılgın Japonlar" diyorum, kahkahalar halinde gülüyorlar. Bir güvenlik personeline tuvaleti sordum, yardımsever ve kibar bir edayla neredeyse elimden tutup koca binanın diğer tarafındaki tuvaletlere kadar beni götürdü.

Akşamüzeri hava kararırken gemimiz demir aldı, tam karanlık çöktüğünde ise liman bölgesi bitmiş ve biz açık denize çıkmıştık. Şimdi, 36 saatlik bir yolculuk sonunda varacağımız Melborn'e doğru yola koyulduk. Önce güney-güneybatı yönünde gidip yolun ortalarında Avustralya'nın güneydoğu köşesini geçecek ve bu kez tam olarak batı yönünde ilerleyeceğiz.

LİBERALLER

Biz buradayken Sydney'de seçim vardı. Burada, Liberal Parti iktidarda. Bu benim için sürpriz oldu. Çünkü, yol boyunca birçok ülkede seçimlerle karşılaştık. Bizden hemen önce yapılmış ya da biz oradayken hala kampanyası devam eden ve bizden hemen sonra oy kullanılacak ülkeleri dolaştık. Bunun dışında, eski gözlemlerim ve okumalarım bana şunu gösterdi; Siyasi yelpazenin liberal kısmında bulunan siyasi partiler seçimlerde başarılı olamıyorlar. Daha çok liberallerin sağında ya da solunda bulunan muhafazakarlar, milliyetçiler, dinciler, sosyal demokratlar ya da sosyalistler seçim başarısı kazanıyorlar. Herhalde, liberallerin her görüşe saygı duyan veya hoş gören bakış açılarına karşın kendi görüşlerini inatla ve inançla savunan diğer siyasi akımlar insanlara daha cazip geliyor. Çünkü, sıradan insanlar, lider olarak gördükleri insanlara inanmaya ve onun peşinden sorgusuz sualsiz gitmeye daha çok yatkınlar. Özgür düşünce ile her konuyu ayrı ayrı tartışmak ve değişik sonuçları araştırmak yerine "benim bir doğrum var, kesin doğru budur, onu da zaten şu parti temsil ediyor ve ben onu tutuyorum, diğer partilerin söyledikleri doğru değil" düşüncesi daha cazip geliyor. Amiyane tabirle "biat et, rahat et" daha çok taraftar topluyor. "Benim doğrularım var ama belki bunlar tam olarak doğru olmayabilir, belki sen daha doğruyu bulabilirsin bu nedenle seni dinleyebilirim ve senin fikrine değer veririm" tarzı bir düşünce, insanları belirsizliğe itiyor. Siyasi liderlerden, kesin ve net çözümler isteniyor. Liberallerin böyle bir reçeteleri olmadığı için seçimlerdeki başarıları aynı oranda düşüyor.

YUNUSLARIN GÖSTERİSİ

Denizde geçecek bugüne çok bulutlu yer yer sisli bir hava ile uyandık. Hava durumu tüm gün boyunca türlü sürprizler yaptı ama ben önce denizin bugün bize sunduğu muhteşem şovu anlatmak istiyorum. Bu bir yunus sürüsü gösterisi idi. Tam öğle saatleri, 13. katta, düz cam duvarların bitişiğindeki masada yemek yiyor ve üstünde oturuyormuşuz gibi altımızda yer alan okyanusu seyrediyoruz.

Birdenbire önümüzde iki yunus belirdi, onlara bakarken biraz ötede bir diğeri sudan havaya sıçradı, daha yakınımızda iki tane daha suya dalıp çıkarak yüzmeye başladı, biraz uzakta üç tane birden ayrı ayrı kendi boylarının 2-3 katı havaya sıçradı ve burgu şeklinde dönüp büyük bir su parçasını sıçratarak tekrar suya düştü, artık her yerden onlarca yunus zıplıyor, önümüzde yüzüyor ve dalıp çıkıyordu. Adeta ateş üstündeki mısır patlamaları gibi. Aynı anda Kaptanın anonsu ile bu durum tüm gemiye duyuruldu. Zaten kalabalık olan 13.kattaki açık büfe cam kenarları daha da kalabalıklaştı. Yunusları her dalış çıkışları, dönüşleri yoğun bir alkış ve “oooooo" sesleri ile desteklendi. Hemen altımızda, açık mavi renkli temiz suyun bir metre kadar altında yüzen yunusların bize eşlik etmeleri nefis bir manzara ve anı olarak hafızamıza yerleşti. On dakika kadar yunus gösterisi aralıksız devam etti. Tüm deniz yunus kaynadı, sonra her güzel şey gibi onlarda azaldı ve gösteri sona erdi. Şu ana kadar gördüğümüz en fazla sayıda yunus, en uzun sürede bizlere gösteri yapmıştı. Para ödemeden, eğitmenleri olmadan ve bir havuzda değil açık okyanusta.

YİNE ORİJİNAL DENİZ MANZARALARI

Tüm gün boyunca hava değişti durdu. Sabahki kapalı hava yer yer açtı, gökyüzünün mavisi ve güneş görüldü. Enteresan şekilde on katlı apartman büyüklüğündeki bazı sis bulutları deniz seviyesine indi. Etrafları ve üstleri açık bu sis bulutları ilk kez karşılaştığım görüntüler oluşturdu. Karadeniz’in dağlık vadilerinde benzer siz tabakaları oluşuyor ama bunlar açık denizde olunca etraflarındaki mavi denizi 360 derce olarak gördüğümüz gibi altlarındaki denizi ve üstlerindeki gökyüzünü de çok belirgin olarak görüyoruz. Bu sis bulutları irili ufaklı tüm gün etrafımızda dans ettiler, bazen birleşip tüm etrafımızı sardılar bazen güneşli bir havada tek başlarına çok az bir yoğunlukta sanki kaynar sudan çıkan su buharı gibi bir his oluşturdular.

Öğle saatlerinde ise yunus şovundan hemen önce altımızdaki denizin hemen üstünde yaklaşık 20 metre çapında gökkuşakları peş peşe oluştu, beş on saniyede bir kaybolup tekrar belirdi. Bunlar klasik şekilde yerden havaya doğru bir yay oluşturmuyor tamamen deniz yüzeyine paralel bir yay oluşturuyordu. "Gökkuşağının altından geçmek" diye söylenen o sözü bunlar için " gökkuşağının tam ortasına atlamak" şeklinde söylemek gerekirdi herhalde.

Öğleden sonra sisin zaman zaman dağınık ve değişik yoğunluktaki dokusu, hemen yanından geçtiğimiz ve sonradan petrol platformu olduğunu anladığımız dev yüzer yapıyı ve onun yedeği olarak etrafında duran kırmızı beyaz renkli iki tankeri hayalet nesneler gibi gösterdi bizlere. Bunlar bir an görülüyor gibi olup sonra ortadan kayboluyordu. Var mı yok mu belli değil, ışık oyunu mu, gerçekten orada mı anlaşılmıyor, hareketsiz durmaları ise bir başka muamma. Ancak, biraz sonra sis dağılınca gerçek ortaya çıktı.

Akşam hava karadığında ise önce bizi tedirgin eden bir uygulama birkaç saat sonra da hem korkutan hem de üzen bir anons geldi. Havanın kararması ile açık denizde olmamıza rağmen daha önce yapılmadığı halde sık sık geminin düdüğü çalmaya başladı. Çünkü, sis nedeniyle ışıklar yetersiz kaldığından etrafta varsa başka gemilere varlığımızı haberdar ediyordu. Akla ister istemez Titanik dahil sis içinde çarpışan gemi kazaları geldi.

KÖTÜ TALİH

Yatmaya yakın ise tüm hoparlörlerden kaptanın heyecanlı konuşması gelmeye başladı. Öyle ki, oda içinde ve ayrıca tuvalet içinde ayrı ayrı hoparlörler varken bunlardan daha önceleri ses gelmez, kapı dışındaki koridorlarda ve genel salonlardaki hoparlörlerden gelen sesleri rahatça duyardık. Bu kez kaptanı sesi her yerden, yüksek perdeden ve heyecanlı bir tonda geliyordu.

Buna göre Avustralya Meteoroloji yetkililerinin verdiği bilgi ve güvenlik uyarısı uyarınca şimdilik Avustralya'nın kuzey doğu taraflarında oluşan bir tropikal siklon Melbourne'e doğru iki gün sonra gelecek ve 4. Seviyede bir kasırga oluşacakmış. Bu nedenle bizim bir gece ve iki gündüzden oluşan Melbourne ziyaretimiz tek bir gün ile sınırlanmış ve aynı gün akşamüzeri 17.00 de bu şehirden ayrılacakmışız. Ayrıca kaptan çok hızlı olarak yol alacağımızı, biz ayrıldıktan bir gün sonra burada oluşacak tayfunun 10 metre yüksekliğinde dalgalar oluşturacağını ve denizin anormal şekilde yükseleceğini anlattı.

Güvenlik endişesi bir yandan ama daha önemlisi 4 aylık gezimin aşağıda anlatacağım özel durumu nedeniyle en önem verdiğim limanı olan Melbourne'de asıl programdaki gibi 36 saat değil de eni topu 7-8 saat kalacak olmamız moralimi bozdu. Ancak yapacak bir şey de yoktu, kötü şansa hayıflanmaktan başka. Bu nedenle gecemiz kötü geçti, uyku tutmadı, yarı uyanık şekilde sabahı ettim ve bu nedenle sabaha karşı daldığım uykudan sabah sekiz civarı ve gemimiz Melbourne limanına demirlemiş haldeyken uyandım. Çok acele şekilde hafif bir kahvaltı sonunda gemiden ilk çıkan yolcularla birlikte karaya adım attım ve hızlıca gümrük bölgesinin en dış kapısına ulaşmak için koşarcasına yürüdüm.

(Yarın: Melbourne, Avustralya, 40 Yıl Önceki Plan Gerçekleşti, İzmir Melbourne Hattı, Dersimiz Atatürk)